Dubai'de altı yıldır inşaatı süren dünyanın en yüksek binası Burj Dubai
(Dubai Kulesi) adıyla hizmete açıldı. Otel ve işyeri olarak kullanılacak bina
828 metrelik yüksekliğiyle yeryüzünün en büyüğü. Baş mimarın ifadesine göre,
halen inşası süren gökdelenler arasında da bu yükseklikte olanı yok, dolayısıyla
Burj Dubai, uzunca bir süre en yüksek yapı unvanını koruyacak.
Dubai gökdeleniyle zaman itibarıyla örtüşen başka haberde ise Türkiye'nin
2009 yılı ihracatının 102 milyar doları bulduğu, böylece yüz milyar psikolojik
sınırının aşılabildiği ve ihracatta ülkemizin 100'ler liginde kaldığını
okuyoruz. Türkiye, kalkınma ve refah yarışını en zor ama en sağlıklı yöntemle
yürütmek için seksen beş yıldır devam eden bir uğraş içinde. Cumhuriyetin en
başından itibaren sanayileşme kararlılığını gösteren ülkemiz, 1980'lı yıllarda
rahmetli Özal sayesinde ihracata dayalı, dışa açık bir kalkınma modeline geçti.
2002 sonundan bu yana da, uluslararası ekonomiyle entegrasyon sürecini iyice
hızlandırdı. Yani, Türkiye dünya ülkeleri ailesi içinde muteber bir konuma
yükselmek için en sağlıklı yolun aynı zamanda en güç yol olduğu gerçeğini
yakalamış durumda.
Aynı şeyleri kardeş Dubai için söylemek mümkün mü? Dünyadaki her ülke için
kaynaklar yatırım arzusuna göre sınırlıdır ve her ülke kaynak tahsisinde tercih
yapmak zorundadır. Türkiye gibi Dubai de tercihini bilinçli şekilde
kullanmıştır. Bu küçük ülke, Allah vergisi olan petrolden gelen kaynakları son
yirmi yıldır lüks inşaata yönelterek yükselmeye gayret ediyor. Bu çabalar yeni
biten muazzam gökdelen ile zirve noktasına ulaştı. Dubaili yetkililer, binanın
en büyüğünü inşa ederek kendilerine ve tüm Arap dünyasına onur kazandırdıklarını
iddia ediyor. Gerçekten, gökdelenin görkemli açılışı, dünya medyasında büyük
sansasyon meydana getirdi. Dubai ülkesi ve muazzam gökdeleniyle gündemin
tepesine oturdu. Ancak, bir gerçek var ki, sansasyonel haberlerin ve sansasyon
ortamının ömrü kısa olur. Dubai'deki son olaya rasyonel bir biçimde yaklaşınca
her şeyin pespembe olmadığını saptayabiliriz. İktisatta, kural olarak, emlak
yatırımının üretken olmadığı kabul edilir. Tarihten günümüze ulaşan muazzam
binalar da bu suçlamadan kurtulamamıştır. Mesela, Mısır piramitlerinin çok ağır
maliyetleri yüzünden eski Mısır'ı çökerttiği iddia edilir. Aynı şekilde
Ayasofya'nın da Bizans'ın sonunu hazırladığını söyleyenlere rastlanır. Hatta,
Mimar Sinan'ın övündüğümüz eserleri de Osmanlı'yı iktisaden gerilettiği
gerekçesiyle, aynı tür eleştiriye konu olmuştur. Kısaca, muazzam binalar, inşa
edildikten sonraki kısa bir zaman süresince aşırı derecede övülürler, ama daha
sonra bazen övülür bazen yerilirler; Dubai gökdeleninin de tarihteki
benzerleriyle aynı kaderi paylaşması bizce muhtemeldir.
Gerçekten, sanayileşme babında hiçbir adım atmadan milyarlarca doları binaya,
binalara yatırmak kaynakların rasyonel kullanıldığı anlamına gelir mi?
Özellikle, yapılanlar öz varlığa değil de, borç paraya dayanıyorsa, nasıl
savunulabilir? Türkiye dahil, bütün önemli ülkeler ülke savunmasına birinci
derecede öncelik verdiği halde, caydırıcı bir silahlı kuvvetler oluşturmadan
gösterişli binalara ağırlık vermek çok rasyonel olmasa gerek. Bu konuda başka
bir petrol zengini olan Kuveyt'in uğradığı felaketten çıkarılacak hiç ders yok
muydu? Süper güç ABD ile Japonya, Almanya, İngiltere gibi büyük memleketleri
gökdelen inşaatında geride bırakmak gurur okşayabilir, ama bir yandan da bu işte
bir bit yeniği var, diye düşünmek gerekir.
Dubai, dünyanın en büyük gökdelenini dikerek kolay bir zafer kazandı. Türkiye
ise dünyanın en büyük on (G10) ekonomisi arasına girmek için fedakarlıklarla
dolu zorlu bir mücadele gösteriyor. Dubai, Batı dünyasının rekabet etmediği bir
alanda birinci olmayı yeğlerken, ülkemiz bütün dünyanın birbiriyle amansızca
rekabet ettiği bir sahada savaş veriyor. Sizce, bunlardan hangisi daha onur
verici?