Türk şiirinin anıtlaşmış kalemi Fazıl Hüsnü Dağlarca, tedavi gördüğü Başkent Hastanesi İstanbul Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde dün akşam saatlerinde hayata gözlerini yumdu. 5 Temmuz tarihinde diyaliz sırasında fenalaşıp bilinci kapanan Dağlarca, 15 Nisan’da kalp ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi altına alınmıştı. O günlerde hastane odasından Milliyet’e konuşan Dağlarca’nın sesi hayli iyi geliyordu. “Sağlığım iyiye gidiyor ama ne zaman taburcu olacağım belli değil” diyordu.
Şiire adanmış 75 yıl
40 yıldır olduğu gibi, düne kadar da “Türkçenin Yaşayan En Büyük Şairi”ydi Fazıl Hüsnü Dağlarca. Dün saat 17.00 sıralarında bu sıfattaki ‘yaşayan’ kelimesi düştü sadece. Adı, aynı sıfatı paylaştığı, sayılı şairin yanına eklendi, artık hayatta olmayan. “Ne korkuyorsun uyanıp geceleri / Ölüm, yaşayacağını yok edebilir / Yaşadığını değil.” demişti bir şiirinde. Ölüm sadece yaşayacağını yok etti. Türk şiirinin haritasında çok geniş bir alana yayılan ‘yaşadıkları’ ise baki kalacak. Peki 75 yılı şiire adanmış 94 yıllık ömründe neler yaşadı Dağlarca?
Şiir yazan asker
26 Ağustos 1914’te İstanbul’da doğdu. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey’in oğlu
olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, Kuleli Askeri Lisesi’ni ve Harp Okulu’nu bitirdi.
1935’te piyade subayı olarak Doğu ve Orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini
dolaştı. 1950’de kıdemli önyüzbaşı rütbesindeyken, şiirle daha fazla ilgilenmek
için askerlikten “ağlayarak” ayrıldı.
Sonra da ne zaman bir manga asker görse
gözleri dolu dolu oldu. Ayrılmak zorunda kaldı çünkü şiir yazdığı saatleri
subaylıktan çaldığı için rahatsızlık duyuyordu.
Şiirler mahkemelik etti
Bir süre Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çalışan şair, 1952-60 yılları arasında Çalışma Bakanlığı’nın İstanbul İş Müfettişliği Örgütü’nde görev yaptı. 1960’ta İstanbul Aksaray’da Kitap adlı ‘efsanevi’ kitabevini açtı. Vitrininin “Karşı Duvar Dergisi” adını koyduğu bir köşesine 15 günde bir değiştirdiği şiirlerini astı. Astığı şiirler yüzünden mahkemeye düştüğü de oldu, şiirleri geciktirdi diye okurdan azar işittiği de...
1960-1964 yılları arasında Türkçe adlı dergiyi çıkardı. Uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nun yönetim kurulu üyeliğini yapan Dağlarca, TDK 12 Eylül sonrası kapatılınca arkadaşlarıyla birlikte Türk Dili Dergisi’ni hazırladı.1970’ten sonra kendini yalnızca şiire verdi. Ve hayatının sonuna kadar da yalnızca şiirle var oldu.
Öyküden çabuk vazgeçti
Dağlarca, şiirle çocuk yaşlarda tanıştı. Altı kardeştiler; ablaları da, ağabeyleri de edebiyatla yakından ilgilenirken babası, gazetelerin tefrikalarını okuyordu Dağlarca’ya. Kendisi okumaya başladığında ise sevdiğini fark etti. Yazmaya çalışınca, yazabildiğini gördü. Hatta bir ara ablasının etkisiyle öykü yazmayı da denedi ama ‘duyarlılığı uzatan’ bu türden, kısa sürede vazgeçti. O günden sonra şiirle birlikte büyüdü Dağlarca, şiiri büyüttü.
İlk şiiri 1933 yılında İstanbul dergisinde yayımlandı. İlk kitabı “Havaya Çizilen Dünya” ise Harbiye’den subay çıktığı gün olan 30 Ağustos 1935’te. Genç bir subayın duygu ve dünyasını yansıtan bu kitapla birlikte Cumhuriyet dönemi gizemci şiir geleneği içindeki yerini aldı. 1940’ta çıkan ikinci kitabı “Çocuk ve Allah”, Türk edebiyatının başyapıtlarından biri olarak anılageldi. Oysa ona göre bu kitap “başyapıtlarının anasıydı”. Asıl başyapıtı ise “başıydı”.
‘Tek başına bir okul’
Büyülü dili ve simgesel anlatımı; imgenin sonsuz dünyasındaki uzun yolculuğunun ilk adımlarını bu iki kitapla attı. Eleştirmenlere göre 75 yıllık şiir serüveninde hiçbir kuşak ya da akıma öncülük etmedi Dağlarca, ne Hececiler’den oldu ne Garip Akımı’ndan ne de İkinci Yeni’den. Doğan Hızlan’ın deyişiyle “Tek başına bir okul”du o. Cemal Süreya “Dağlarca için en büyük tehlike, bir benzerinin ortaya çıkmasıdır” demişti. Ve hiçbir zaman da benzeri olmadı. Taklit edilemedi.
1968’de ABD’deki Uluslararası Şiir Forumu, her ülkenin ‘yaşayan en büyük şairi’ni seçti. Yarışmanın Türkiye jürisi oybirliğiyle Yaşayan En Büyük Türk şairi olarak Dağlarca’yı gösterdi. Ölümüne dek, tam 40 yıl bu sıfatla anıldı Dağlarca.
“İçinin hikayesi insanda akıyorsa şair olur” demişti. Onun şiirinde de odak noktası insandı, kullandığı dil, Türkçe ise ‘ses bayrağı’... Uzun şiir kariyerinde, odağını tarihten, coğrafyaya, savaşlardan, dünya meselelerine, yurt sevgisinden, baskılardan, özgürlüklere, doğadan, hayvanlara kadar çok farklı alanlardan imgelerle besledi; insanı didik didik etti. Şiirindeki içerik zenginliği göz kamaştırdı. Dizelerine dökülen hümanist bakış, son şiirlerine dek varlığını sürdürdü.
140’ı aşkın kitaba imza atan Dağlarca’ya en çok sorulan sorulardan biri de “verimliliği”ydi. “Ben verimli değilim. Verimliliğin içindeyim. Şiir bir ağaçsa ben ağacın ta kendisiyim. Çıkan işler ise benim yapraklarımdır” diye yanıtladı soranları. Şiir yazmadığı her saniyeyi ise yaşanmamış saydı.
Şiirleri İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça’nın yanı sıra birçok dile çevrilen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın son kitabı “içeri sait faik” 2008’de yayımlandı. YKY etiketiyle basılan kitaptaki bütün şiirler Türk öykücülüğünün büyük ismi Sait Faik’e dairdi.
Evi müze olacak
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, “Evini vasiyeti gereği istediği gibi müze haline getireceğiz” dedi. Dağlarca, ölümünden sonra müze ve kafeterya olarak kullanılmasını istediği evinin adını da kendisi belirlemişti. Dağlarca “Burasının adının “Dağlarca’dan Gökyüzü” olarak konulmasını istiyorum. Buraya gelenler, benim Gökyüzüme baksınlar istiyorum” demişti. Dağlarca için pazartesi günü saat 11.00’de Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda tören düzenlenecek. Dağlarca, Söğütlüçeşme Camii’nde öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.