Modern Türk resminin en kendine has sanatçılarından birini, kendi
kuşağının anti-akademik figürü Ömer Uluç’u kaybettik. 1931 doğumlu olan Uluç,
yaşamının adeta son dakikalarına kadar resim yapmayı bırakmadı. Son sergisini
2009’un son günlerinde açtı, 2010’un başında hayata gözlerini yumdu.
Duygusal olmak pahasına da olsa söyleyeceğim: Ölüm haberini aldığımda
kulağımda öncelikle o şen kahkahası yankılanır gibi oldu, hayatı çok seven,
derinliğiyle algılayan ve pek ciddiye almaz görünen, zeki ve mizahla dolu bir
sanatçıydı Ömer Uluç, sanatı da kendi gibi hep çok renkli ve yeni arayışlarla
doluydu. Çok renkli derken Uluç’un yalnızca resimsel renkçiliğini, renk
burgaçlarıyla yarattığı kendine has motifsel anlatımı kast etmiyorum.
Ömer Uluç kendi deyimiyle, “Buhari’den Levni’ye, Praksiteles’in bir
heykelinden Mısır kedisine” farklı kültürel verilerden etkilenen, bunları
özümsemek için uğraş veren, Doğu’ya ve Batı’ya özgü görsel kültürlerin
bileşimini yakalamaya çalışan, kendi üslubuna da öyle ulaşmış bir sanatçıydı.
Çağdaş Türk sanatçısının ‘kendine varmak’, yani özgün olmak sorunsalının ana
hatlarını kavramış olan Uluç, 1960’lı yıllardan itibaren Doğu’nun Batı’dan
değil, Batı’nın Doğu’dan aldığı görsel etkilerden söz eden ilk sanatçılardan
biriydi. Öte yandan, 1960’lı yıllarda Türk sanatında yoğun bir kendine dönüş
hareketi yaşanırken kaligrafiye, halılara, kilimlere bir furya halinde yönelen
sanatçıların aksine Ömer Uluç, İslam sanatının stilizasyon gibi unsurlarının
etkisini daha özgün biçimlerde kendine mal etmeyi başarmış bir sanatçıydı. Tüm
yenilik arayışlarına karşın belli bir tutarlılık sergileyerek modern Türk
resminin en uzun soluklu birkaç sanatçısı arasındaki yerini böyle aldı.
Genç yaşında ressam olmaya karar vermiş olmasına karşın mühendislik eğitimi
gören Ömer Uluç, bir söyleşide anlattığı gibi “her şeyin sanki model gibi”
yaşandığı yıllarda Ankara’da büyüdü, ilk gençlik yıllarında Ankara’da ressam
Eşref Üren’den etkilendi. Robert Kolej’de okumak üzere 1950’lerin başında
İstanbul’a geldiğinde o yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi’ne karşı tutumuyla ve
solculuğuyla bilinen Nuri İyem’in Asmalımescit’teki atölyesine ‘takıldı’, orada
tanıştığı bir grup genç sanatçıyla ‘Tavanarası Ressamları’ adıyla düzenlenen
sergilere katıldı. Türk sanatında figüratiften soyuta yönelimin öncü figürleri
arasında yer alan Ömer Uluç, bu yıllarda tıpkı İyem gibi Akademi karşıtı
tavrıyla dikkat çekti: Bu sanatçıların ‘anti-akademizmi’nin ‘akademik sanat
eğitimi’nden çok, Türkiye’deki Akademi’nin eğitim biçimine yönelik olduğunu,
şekilsel Batı taklitçiliğine karşı bir duruşa işaret ettiğini de vurgulamak
gerekir. Yerel temaların adeta ödünç alınmış Batılı teknikler/biçimler temelinde
ifade bulmasına her zaman karşı olan Uluç’un soyuta yöneliminde de kendi
kültürünün verilerini kullanarak görsel bir dünya yaratmaktan önce renk, biçim,
espas gibi saf resimsel kaygıların rol oynadı. Türk sanatçısının Batı’yla
Doğu arasında kaldığı için her zaman bir tür ‘ara psikolojisi’ yaşadığına inanan
Uluç’un sanatı bu psikolojinin can sıkıntısını hiçbir zaman yansıtmadı, mizahi
yönünü hep koruyarak tadını da korudu.
Figürü hiç terk etmedi
Modern Türk resminde soyutun ve soyut dışavurumculuğun öncü figürleri
arasında yer almasına karşın Ömer Uluç figürü, nesneyi hiçbir zaman terk
etmedi. Uluç gerçeklikten, bu dünya ile ‘öte dünya’ arasında kurguladığı
fantastik dünyayla koptu yalnızca; insanları, hayvanları ve nesneleri
resimlerinin gerçekötesi kahramanlarına dönüştürdü, onlar aracılığıyla görsel
hikâyeler ördü. 1968’e tarihlenen ‘Devrimcinin Portresi’ gibi resimlerinde zaman
zaman toplumsal olaylara değinen resimler yaptıysa da Uluç’un yarı-soyut dünyası
esas olarak birşey anlatmak değil, renk ve biçim aracılığıyla görsel bir etki
uyandırmak, kendi görsel dünyasını kurmak çabasıyla şekillendi. Hep yeni
arayışlar peşinde olduğunu söylemiştik:
Son yirmi yılda tuvalin geleneksel şekline meydana okuyarak çıkmalı resimler
yaptı; resimsel yüzeyi çizdi, tırmaladı, kazıdı; yüzey olarak farklı malzemeler
kullandı; kesti, biçti, yapıştırdı; dahası, heykele de yöneldi. Ben
heykelleriyle pek samimi olamadığımı söylediğimde, ‘seversin seversin’ demişti
bana ve galiba haklı çıktı: Kazım Taşkent Galerisi’ndeki son sergisinde
sergilediği o renkli dev yaratık, aklımdan çıkmadı. Uluç, kendi görsel
dünyasını, o dünyanın kendine özgü sakinlerini ve renklerini yarattı ve gitti bu
dünyadan, kahkahası, algılayabilen için, resimlerinde, heykellerinde kaldı.
İyice bakın, duyabilirsiniz.