Dünyanın Büyük Bir İlgi ile Beklediği Kyoto Protokolü Montreal’de Yürürlüğe Girdi; Ama...
1992’de Rio Dünya Zirvesi’nde, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi imzalandığından beri her yıl, dünya devletleri, iklimi korumak için neler yapacaklarını konuşup anlaşmak üzere toplanıyorlar. İlk kez 1997’de Kyoto’da kabul edilen protokolle birlikte sera gazı salımlarında yasal zorlayıcılığı olan azaltım hedefleri konuldu. ABD’nin bu yekpare anlaşmayı sarsarak alabora etmeye çalıştığı bilinen bir gerçek. Ancak diğer ülkeler bu kez sıkı tutundular ve bu sene başında Rusya’nın da onayıyla Kyoto Protokolü en sonunda yürürlüğe girdi.
İşte bu nedenle bu yıl Montreal’de yapılan görüşmeler, iklimi korumak adına Kyoto’yu bir ileri aşamaya taşımak için yasal bir sistem altında yapılan ilk toplantıdır. Bu toplantıda da ABD’nin bozgunculuğuyla karşılaşıldı, hatta ABD durumu müzakereler sırasında konferanstan çıkıp gitme noktasına kadar getirdi. Diğer ülkeler soğukkanlılıklarını korudular ve ABD’yi yeniden karar masasına oturttular.
Bu siyasi dalgalanmaları bir kenara bırakırsak, Montreal’de tartıştıkları konunun, bizim ve çocuklarımızın geleceğiyle çok yakından ilgili olduğu bir gerçek. Nitekim, dünya, iklim hastalığına yakalandı bile. Dünyanın ortalama sıcaklığı şimdiye kadar zaten 1,3ºC artmış durumda. Bu artış, ilk bakışta önemsiz gibi algılansa da eriyen kutuplardan ve buzullardan artan kuraklığa, cayır cayır yanan ormanlardan aşırı hava olaylarına kadar çeşitli alametlerin yayılmasına yetiyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, iklim değişikliğine bağlı sebeplerden her yıl yüz binlerce insan hayatını kaybediyor.
Zira, iklim değişikliği, İngiltere hükümetinin en büyük bilim danışmanı Dr. David King tarafından, uluslararası terörizmden daha büyük bir tehlike olarak tanımlanıyor. Yine, İklim Değişikliği Hükümetler Arası Paneli Başkanı Sir John Houghton, tehlikenin büyüklüğünü bir kitle imha silahına benzetiyor. Sera etkisi yapan gazların salımında sorumluluk öncelikle sanayileşmiş ülkelere ait, bu yüzden iklim sözleşmesi gereğince bu ülkeler salımları düşürmekte öncülük etmek zorundalar. Asıl paradoks, altyapıları yetersiz olan gelişmekte olan ülkelerin bu felaketlerden ekonomik ve sosyal olarak daha çok etkileniyor olması. Akdeniz havzasının pek çok bölgesini de içine alan bu ülkelerde, tarım gibi temel ekonomik sektörleri etkilemesi bakımından iklim değişikliği, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı doğrudan tehdit ediyor.
İki derecelik artışın getirdikleri
Bu felaketlerin geç olmadan önünün alınabilmesi için Greenpeace’in mücadele ettiği temel görüş, küresel ortalama sıcaklık artışının 2ºC’ye ulaşmadan sabitlenmesidir. Bunun için 2050’de bütün sera gazı salımlarının yarı yarıya azaltılmış olması gerekiyor. Bu da sanayileşmiş ülkelerin 2020’de % 30, en son kertede ise % 70-80 kesintiye gitmek için görüş birliğine varması gerektiği anlamına geliyor. Bu aşamada, büyük ekonomili gelişmekte olan ülkelerin de sanayileşmiş ülkelerin bu hedeflere ulaşmalarını beklemeden harekete geçmesi önemli hale geliyor. Milyonlarca insanın açlık ve sıtma tehdidi ile karşı karşıya kalması; milyarların ise seller ve kuraklık karşısında hayatta kalma mücadelesi vermesi anlamına geliyor. Buzulların erimesiyle deniz seviyesindeki yükselmeye bağlı olarak deniz seviyesine yakın veya altında olan Bangladeş, Güney Çin, Mısır’da Nil deltası, ada devletleri, Belçika, Hollanda gibi bölgeler sular altında kalacak. Kuzey kutbu ve Antarktika’dan tropiklere kadar pek çok coğrafyada pek çok canlı türü ve ekosistem zarar görecek; bu, fazladan ekonomik maliyetlere neden olacak.
Çözüm nedir? Sera gazları salımına neden olan en önemli etken enerjinin müsrifçe kullanılması olduğundan salımların durdurulmasında izlenecek yolla ilgili kararların hemen şimdi alınması gerekiyor. Yukarıda belirttiğimiz hedefleri tutturabilmek için, enerjiyi üretim ve kullanım biçimimizi değiştirmekten başka seçeneğimiz yok. Bu elbette mümkün, zamanımız ve yeterli teknolojimiz var, tek ihtiyacımız olan siyasi irade. Rüzgar, güneş, ısıl güneş gibi yenilenebilir enerji teknolojileri sürdürülebilir, iklim dostu, ekonomik ve verimli teknolojiler. Yapmamız gereken, iklim değişikliğine neden olan fosil yakıtlardan; yani petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçip, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine topluca geçişi öngören programları devreye sokabilmek.
Umut kapısı: Kyoto Protokolü
Bu süreci gerçekleştirmede geç kalırsak, 2020’li yıllarda mecbur kalacağımız toplu salım indirimleri yüzünden Sovyetler’in çöküşüne benzer bir ekonomik çöküşle karşı karşıya kalabiliriz. Ekonomik felaketle iklim felaketi arasında bir seçim yapmaya zorlanmak istemiyoruz, zaten hemen harekete geçmezsek ikisi birden başımıza gelecek. Bir an önce çalışmalara başlayarak bu ikili felaketi engellemek gibi bir şansımız var. Kyoto protokolü, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik ilk bağlayıcı anlaşma olduğundan, çok tartışmaya neden oldu. Ancak 2004 yılında, Rusya’nın da taraf olmasıyla anlam kazanabildi ve bu yıl itibarıyla resmen yürürlüğe girdi. 156 ülke tarafından onaylanan Kyoto’da 39 ek-B ülkesi sera gazı salımı azaltımı yapmakla yükümlü. Bu ülkeler 1990 yılı sera gazı seviyelerinin en az % 5 daha altına inmek zorundalar.
2001’den önce Kyoto’ya olumlu yaklaşan ABD, Bush hükümetinin gelişiyle saf değiştirdi. Dünyanın en büyük sera gazı salımı yapan ülkesi olmasına rağmen Kyoto mekanizmalarını reddettiği gibi uluslararası çabayı bilimsel ve siyasi yollardan çökertmek için milyar dolarlar harcadı. Bu kez formül tutmadı, uluslararası topluluk tarafından dışlandı. Petrol lobilerinin yaverliğini yapan Bush hükümetine rağmen Kyoto devreye girdi ve Montreal’de aynı prensiplere dayanarak Kyoto’nun ikinci dönemine geçiş taahhüt edildi. Bush hükümeti, sadece diğer ülkeler tarafından değil Kyoto’yu şiddetle savunan Amerikan sivil toplumu ve kendi eyaletleri tarafından da yalnız bırakıldı. Şüphesiz, Montreal’de ABD’nin tekrar masaya oturtulmasında Amerikan sivil toplumunun büyük etkisi vardır.
Nükleer çözüm değil
Kyoto mekanizmaları belirli bir süre için bazı fedakarlıklar gerektiriyorsa da uluslararası işbirliğine dayanan, karbon pazarı gibi birtakım esnekliklere sahip. Dünya karbondioksit salımının % 1’i gibi bir paya sahip olmasına rağmen Türkiye ekonomik gelişmeyi iklim savunuculuğuna tercih ettiği için küresel işbirliğinin dışında kalıyor. Kyoto’yu onaylarsa Türkiye, karbon ticareti çerçevesinde bir pazar haline gelebilir ve toplam enerji arzının üç katı daha fazla olan potansiyel yenilenebilir enerji kaynaklarını enerji girdisi haline çevirebilir. Aynı zamanda güneş yatağı Akdeniz havzasında güneş enerjisi yatırımlarında lider duruma gelebilir. Bu yüzden Türkiye, enerji politikalarını acilen gözden geçirmelidir. Nükleer sanayi iklim değişikliği sorununu kullanarak bugün kaybettiği gücünü yeniden hortlatmaya çalışıyor.
Hilal ATICI - Greenpeace Akdeniz Ofisi Enerji Kampanyası Sorumlusu
www.yapi.com.tr: Haberin tamamını okumak için lütfen kaynağa tıklayınız.