“Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması”... Yıllardır “özlenen” bu cümle yeni bir yasanın adı... 16 Haziran 2005’te 5366 sayıyla yürürlüğe girdi; İstanbul’daki ilk uygulamaları da Fatih’teki “Sulukule” ile Beyoğlu’ndaki “Tarlabaşı” projeleri...
Sulukule’deki amacın, bin yıllık Roman sakinlerini adeta kovarak, aynı alanda, TOKİ’nin rant apartmanları yapıp pazarlamak olduğunu artık herkes biliyor… Sulukulelilerin açtıkları dava sürerken, tarihi semt şantiyeye dönmüş durumda.
Tarlabaşı’ndaki uygulamanın da “yasanın adı”yla hiç ilgisi olmadığını; hatta tümüyle çeliştiğini semt sakinleri şöyle özetliyorlar; “koruma adına ‘kentsel yıkım’, yaşatma adına da ‘kentsel sürgün’...” Çünkü yıllardır “özgün mimari”leriyle korunmaları için çaba gösterilen tarihi Tarlabaşı evlerinde sadece dış duvarların kalacağı, iç mekânlarda, arka bahçelerde ve hatta yer altında yeni yapılaşmaların öngörüldüğü bir “yıkıp büyüterek yenileme” projesi hazırlandı.
Tarlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma Sosyal Yardımlaşma Derneği’ne göre projenin amacı; “Bölgenin yoksul ve işsiz halkını sürmek; boşaltılacak tarihi binaların yerlerinde zenginlere pazarlanacak rezidanslar ve turistik tesisler inşa etmek...” Bunun için Beyoğlu Belediyesi belirlenen alanı 5366 sayılı yasaya göre “yenileme bölgesi” ilan etmiş; Bakanlar Kurulu da projenin gerçekleşmesi için 2006’da “acele kamulaştırma” kararı almıştı. Dernek Başkanı Ahmet Gün diyor ki: “Bu kararlarla mülklerimize el konularak bir şirkete oteller, alışveriş merkezleri, özel konutlar yapmak üzere verilmesi nasıl ‘yasal’ olabilir?”
Başkanın sözünü ettiği şirket “Çalık” Grubu’ndan “Gap İnşaat”... Başbakan’a yakınlığı nedeniyle “itibar”lı olsa da uygulamaları nedeniyle daha şimdiden semt halkının gözünde saygınlığını yitirmiş durumda… Örneğin, satın aldığı bir binada 100 TL’ye oturan “eski” kiracıya ertesi gün noterden yazı göndererek 500 TL istemiş… Belediyenin “Bu projede kimse mağdur olmayacak” sözünü anımsatan semt sakinleri, diğer kiracılar için de hiçbir güvencenin olmadığını söylüyorlar…
‘İnsanlıktan yoksun’…
Tarlabaşı projesindeki 278 binanın yüzde 95’i şahısların özel mülkiyetinde, diğerleri ise kilise, hastane vb. değişik işlevleriyle vakıflara ait. Toplam 520 konut, 209 işletme ve son dönemlerde boşalan ya da boşaltılan 334 daire var. Evlerde 2650 kişi yaşıyor; dükkân ve imalathanelerde de yüzde 70’i hiçbir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmayan yaklaşık 500 kişi çalışıyor.
Kalan çalışan nüfusun “işyeri” ise Tarlabaşı Bulvarı’nın hemen “karşısı”. Yani, “İstiklal Caddesi ve sokakları”... Buralardaki günübirlik “hizmet” sektöründen geçinen Tarlabaşı halkının çalışma koşullarını bile göz ardı eden projeyi “insanlıktan yoksun” bulan derneğin başkan yardımcısı Nazım Yiğit de şunu söylüyor: “Sanki tüm binalar boş, sanki hiç kimse yaşamıyor, sanki tüm yapılar işgal edilmiş, sanki hiç kimse tapu sahibi değilmiş gibi davranılıyor...”
Peki semt halkını ve hatta mülk sahiplerini böylesine yok sayan bir “kentsel sağlıklaştırma!” projesine başlangıçta gözlenen toplumsal destek nasıl sağlanmıştı?
Bu sorunun yanıtını “yoksulun umudu” ve “kandırılma” olarak özetleyen dernek sözcüsü Erdal Aybek, projenin halka ilk anlatıldığı 2006 yılında, Dünya Bankası kredisiyle evlerin restore edileceğinin söylendiğini anımsatarak şunları ekliyor: “Bu krediden herkesin yararlanacağı, hatta parası olmayanların binalarını da belediyenin onarabileceği belirtilince, elbette ki sevinmiş ve desteklemiştik...”
Bu sözlerin gerçekleşmemesi üzerine kimsenin tapusunu belediyeye vermediğini belirten Aybek, gelişmeleri de şöyle özetliyor: “Sonradan öğrendik ki belediye bize haber bile vermeden mülklerimizi yıkıp, ihaleyi yaparak 4 Nisan 2007’de Gap’la sözleşmeyi imzalanmış. Derneğimizi işte bunun üzerine; haklarımızı savunmak ve sürgüne karşı direnmek için kurduk.”
Aylardır 'yanıt' bekleniyor
Belediye sözcüleri, semt sakinlerinin yüzde 80’iyle anlaşmaya varıldığını duyursa bile proje alanındaki 320 kişinin üye olduğu ve 160 hak sahibinin vekâlet verdikleri Tarlabaşı Derneği bunu doğrulamıyor. “Tarihi çevrenin kurtarılması” olarak tanıtılan projeyle ilgili aylardır yanıt alınamayan sorulara ise 29 Mart’ta yapılacak belediye seçimlerinden önce açıklık getirilmesi isteniyor.
İşte “seçim”leri de etkileyecek sorulardan bazıları:
* Bölge 1993’te “sit” ilan edildi ve kimi izinsiz onarımlardan ötürü semt sakinlerine cezalar verildi. Şimdi ise 210 tescilli yapıda onarım değil, “yıkım” öneren proje nasıl onaylanabiliyor?
* Bakanlar Kurulu’nun “acil” kamulaştırma kararının üzerinden 2.5 yıl geçti; “acele” edilmesi nedendi; yasa, mülk sahipleriyle “uzlaşma”yı öngörürken, “ya satarsınız ya da hükümetin acele kamulaştırma kararı uygulanır” tutumu hukuka uygun mudur?
* Binalar tapulu sahiplerinin onayı alınmadan kimin adına ihale edildi? Belediye yetkilileri, bina sahipleriyle yapımcı şirket adına “emlakçi” gibi nasıl pazarlık yapabilirler?
* Halka sadece “avan proje” gösterilerek, uygulama için asıl gerekli olan “onaylı tatbikat projeleri” neden saklanıyor? Kat karşılığı anlaşmada, 5 katlı binanın sahibine 1 kat verilirken, onaylı projedeki 8 katlı uygulama neden esas alınmıyor?
* Projedeki, küçük parsellerin birleştirilmesiyle tasarlanan dev alışveriş merkezi tarihi dokuya uygun mudur? Alandaki binaların toplam inşaat alanı 64 bin m2’dir. Projenin “yeni inşaat alanı” neden açıklanmıyor?
* Payları 20 m2’nin altında olan hissedarlara yeni daire verilmemesi, bu insanların bölgeden kovulmaları anlamı taşımıyor mu? Proje alanındaki 209 işyeri de yeni uygulamada olmayacak. Buraların sahipleri neden hak sahibi olamıyorlar?
* Yasa, mülk sahiplerinin kendi binalarını restore etmelerini teşvik ederken, belediyenin yüzlerce binayı tek adaya dönüştürüp tek bir firmaya ihale etmesi, yasal hakkımızın elimizden alınması değil midir?
Tarlabaşı’nda soru(n)lar işte böylesine uzayıp gidiyor. Bakalım bunlardan hangilerine belediye seçimlerinden önce yanıt verilebilecek?