Tarih Betonun Altında



Yabancı bir ülkede bir kente gittiğinizde bazı yapıların çok uzun süredir orada olduğunu gösteren fotoğraflarını görürsünüz. Bir cafenin yüz yıl önceki fotoğrafı asılıdır mesela duvarında; o dönemin giysileriyle insanlarını, kadınlı erkekli orada otururken gösterir. Bir yapının yüz yıldır hem de aynı isimde bir cafe olarak orada durmasına şaşar kalırsınız. Benim Avrupa kentlerinin en çok gıpta ettiğim yanlarından biridir bu, diğer özelliklerinin yanı sıra. Bütün kıtayı yerle bir eden 2. Dünya Savaşı’nın ardından yıkıntı halindeki Avrupa kentleri tekrar hem de aynı yapıları aynı halleriyle ayağa diken genel bir restorasyonla tıpkı eskiden oldukları gibi dururlar.

Böyle zamanlarda düşünmeden edemem; acaba İzmir, yangın felaketini yaşamamış olsaydı bütün o kültürel unsurları yansıtan tiyatroları, cafeleri, mağazaları, kulüp binalarıyla hiç değilse birazcık olsun bugüne kadar ulaşır mıydı? Hayır, hiç zannetmiyorum. Tahribat yangınla başlamış olsa da her zaman devam etti. Biz İzmir’i yangından beter tahrip ettik. İzmir’de 20 yıl önce oturduğumuz bir çay bahçesini aynı yerde görmeyi aklımızdan bile geçiremeyiz. Bunu bırakın, İzmir düşman işgalinden kurtarıldığında Atatürk’ün denize bakarak rakı içtiği Kordon’daki meyhane yok ortada. Kordon’u bile zor kurtardık otoyol olmaktan. İzmir’in simgesi olabilecek, tarihsel önemini yansıtabilecek bir yapı bulamazsınız kolay kolay.

İzmir’in kıyılarındaki beton duvara bakarken, Avrupa’da kimse, 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuş tarihi yapıların yerine, hazır yok olmuşlarken, çirkin ve çok katlı apartmanlar dikmeyi düşünmemiş midir diye de sorarım kendi kendime. Neden onlar böyle düşünmemişler de biz hala ayakta olan tarihi yapıları yıkabilmişiz? Barcelona’da Picasso’nun yemek yediği lokanta hala hizmete devam eder ve turizm için bunun pazarlamasını yapar. Havana’da Ernest Hemingway’in içki içtiği yerlerde oturur turistler. Oysa İzmir’de Müzeyyen Senar’ın ilk sahneye çıktığı bina artık yoktur; yerine dikilmiş olan apartmanın girişinde sadece bir plaketle hatırlatılır bu özellik. İzmir’in önemli tarihi olayları ve kişileriyle ilgili yapıların bulunduğu yerlere hiç değilse plaket konmalı. Çünkü yapılar ortadan kalkınca, tarihi gerçekler de onlarla birlikte yok oluyorlar sanki. Hiç birini hatırlamıyoruz.

Biz ne yaparız? Toprağın altında kaldığı için korunan antik dönem kalıntılarını ortaya çıkardığımızda onları öyle kendi hallerinde bırakırız. İsteyen istediğini götürür. Bu da bir şeydir diye düşünmek lazım. Çünkü bazılarını yeniden toprağın altına gömüp üzerine de baraj yapabiliriz. Bunun son örneğini Allianoi antik kentinde yaşadık; antik dönemde çok önemli bir sağlık merkezini ortaya çıkardıktan sonra hem de sızıntı yapacağı önceden DSİ raporlarına yansımış bir barajın suları altına gömebiliriz. Anadolu’da önceki yıllarda barajların suları altında kalan yüzlerce antik dönem kentine yaptığımız gibi. Şimdi bu konuda biraz daha gürültü koparılıyor o kadar; yoksa sonuç değişmiyor.

Silinen izler...

Beş bin yıllık tarihiyle övündüğümüz İzmir’de bunu gösterecek hiçbir yapı bırakmamışız. Var olanlar da, yapılaşmanın ortasında sıkışmış durumdalar. Onları bulabilmek için epeyce aramanız gerekiyor. Ne uzak ne de yakın tarihi anlatan binalar kalmış bugüne. İzmir’in eski fotoğraflarında kalan Alsancak’taki sakız tipi evleri, Karşıyaka’daki büyük bahçeler içindeki konakları, İzmir’in çok kültürlülüğünü yansıtan mahalleleri, yaşam tarzını, ticaretteki üstünlüğünü, zenginliğini gösteren yapıları ara ki bulasın. “İzmir, tarihinde her zaman çok önemli bir şehir olmuştur’’ sözleri, tarihi altyapıdan uzak boş bir söylence olarak kalıyor; kimse bu betondan kale haline gelmiş kente bakarak onun geçmişine dair önemini canlandıramıyor zihninde. Biz bu yüzden tarihsel geçmişinden kopuk, anıları ve kültürel birikimi olmayan bir toplumuz; “gösterişe düşkün’’ bilgisiz ve görgüsüz insanlar gibi birbirimizi itip kakarak yaşıyoruz bu kentte.