Taraklı'da Zaman



Evliya Çelebi Seyehatname’sinde “150 akçelik kazadır” dediği Taraklı’yı şöyle tanımlıyor: “Bağlı, bahçeli, dere içinde 500’e yakın mamur evi, üzerleri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir kasabadır. Çarşı içindeki cami (Yunuspaşa Camii) güzeldir. Bir hamamı, beş hanı, altı mahalle mektebi ve 200 dükkanı vardır”.

Sakarya’dan yola çıkıp dağlara doğru kıvrılarak ilerleyen yollarda iki saatlik yolculuktan sonra varılan Taraklı’da belki artık o eski hanlardan eser kalmamış ama yine de zamanın durmuş olduğu hissine kapılmak için yeterince neden var. Çünkü Yunuspaşa Camii’nin yanısıra Evliya’nın sözünü ettiği etrafı bağlar ve bahçelerle kaplı mahalleler ve üzerleri tahta ve kiremitlerle örtülü evler de olduğu gibi duruyor. Sanki zaman sizinle oyun oynuyor ve bir Osmanlı kasabasına giriyorsunuz. Daha son kavşağı da aşıp karşı dağın yamacındaki ilçeyi gördüğünüz anda, kent yaşamı ve modern dünyaya ait ne varsa gerinizde kalıyor. Kapı ve pencereleri tahta işlemeli, iki üç katlı ahşap evler, Arnavut kaldırımlı sakin sokaklar, kadim meslekleri tahta oymacılığına devam eden ustalar, sanki bin yıldır aynı dokuma tezgahının başında Taraklı bezi dokuyan kadınlar, kasabayı çevreleyen dağ ve ormanlardan derlenmiş türlü otların ve bu ürünlerin sergilendiği eski çarşı... Tüm bunlar öylesine kendi içinde uyumlu ve dingin ki, bugüne ait ve gerçek olduklarına inanmak güç geliyor.

Taraklı’yı geçmişten izler taşıyan, eski zaman çağrışımları uyandıran eserlere sahip kent ve kasabalardan ayıran özelliği, barındırdığı izler ya da çağrışımlar değil; geçmişin, bir bütün olarak günümüze taşınabilmiş olması.

Osmanlı Beyliği’ne dahil edilen ilk yerleşimlerden biri olan Taraklı’nın tarihi hayli eskilere uzanıyor. Su sarnıçlarının MÖ 1000-2000 yıllarından yapıldığı tahmin ediliyor. Helenistik dönemdeki adı Dablar. Taraklı adıysa, çevrede bolca bulunan şimşir ağacından yapılma oymalardan geliyor. Tahta oymacılığı kasabanın tarihi boyunca kaderini belirleyen etkenlerden biri olmuş. Osmanlı sultanlarının “Doğu”ya yaptığı seferlerin yolu üzerinde kurulmuş olmasıysa başka bir etken. Yunuspaşa Camii, Yavuz Selim’in Mısır Seferi esnasında yaptırılmış örneğin. Çarşı ve hamam da aynı dönemden kalma. Bu özelliği, ilçeden Saim Özer gibi hat sanatının büyük üstadlarının çıkmasında da etkili olmuş.

Şimşir oymalar sayesinde İstanbul ve diğer çevre kentlerle kurulan ticari ilişkiler, kasabayı zenginleştirmekle kalmamış, kültürel olarak çeşitlenmesine de yol açmış. Bu durum en çok da konakların her birinin kendine özgü bir yapıya sahip olmasından fark edilebiliyor. Tipik bir Osmanlı kasabasının bütün özelliklerini taşıyan Taraklı’da, Ermeni mimarisinden izler taşıyan bazı yapıları da görmek mümkün.

Genç ustalar dedelerinin izinde

Taraklı esnafı, ahşap oymaların “Arap’a Acem’e” dek uzanan ticaretiyle zenginleştikçe ve İstanbul’la geliş gidişleri artıkça, orada gördükleri güzellikleri kasabalarına taşıma arzusu duymuş; kendi statülerini ve ekonomik güçlerini simgelemek üzere birbirinden güzel konaklar yaptırmışlar. İstanbul’da görüp beğenilen mimari özelliklerin kasaba yapılarına taşınması, bazen İstanbul’dan usta getirilmesi ve bazen de kasabalı ustaların İstanbul’a giderek burada hünerlerine hüner katıp dönmeleri sonucu, farklı farklı fakat zarafetleriyle birbirine tamamlayan zevk işi konaklar çıkmış ortaya.

Kimi üç asırlık olan evlerin ve konakların bazıları yıpranmış olsa da dedelerinin izinden giden genç ustalar sayesinde son birkaç yıl içinde çoğu yeniden eski güzel günlerine kavuşmaya başlamış. Taraklı yapılarının aslına uygun olarak restore edilmesi için, rehberimiz gibi amatörce ve büyük bir şevkle çalışan pek çok kişi var. Tarihi bir Osmanlı kasabasıyla karşılaşma sürprizini onlara borçluyuz.

Kasabası gibi dingin olan rehberimizi, zaman içinde yaptığımız yolculuğun esrikliğiyle takip ederken, yaptığı işle nasıl da bütünleştiğini fark ediyor ve işini böyle aşkla yapmasının Taraklı’nın başka bir sihri olduğuna inanıyoruz. Evlerinin pencere önlerinde sardunyalarla kedilerin eksik olmadığı kasabada suç oranının neredeyse sıfıra yakın olduğunu öğrendiğimizde şaşırmıyoruz. Modern hayatın binbir karmaşasıyla yüksek katlı ruhsuz binaların bulunduğu kentlerimize dönmek üzere yola çıkarken, damağımızda buruk bir tat, son bir kez dingin sokaklara ve havada asılı kalan eski zamanlara bakmadan edemiyoruz.