Kalder’in 18. Kalite Kongresi’nin ana teması “Sürdürülebilir Topluma Dönüşüm
- Yeni İş Yapma Biçimleri”. Oturumlara katılan uzmanlar konuyu farklı yönleri
ile değerlendiriyorlar. Sürdürülebilirlik son yılların en moda kavramlarından
biri. Çok konuşuluyor ancak içi dolduruluyor mu acaba?
Geçen 5 yıl içinde dünya ekonomisi toplam yüzde 25 büyümüş. Ürettiğimizden
çok daha fazlasını tüketiyoruz. Aşırı tüketim ise sürdürülebilir bir toplum
yaratmanın önündeki en büyük engellerden biri... İşte çelişkiler yumağı da bu
noktada başlıyor. Bir yanda yerküre üzerinde sürekli dolaşımda olan ve konacak
yer arayan devasa paralar... Öte yanda karnını doyurmak için iş arayan ancak
bulamayan, üstelik artık bulma umudunu bile yitirmiş insan kitleleri.
“İşsizliğin çaresi istihdam yaratmaktır. Bunun için yeni iş alanlarına
ihtiyaç var. Bunun formülü ise yeni girişimcilerin ortaya çıkmasıdır” deniliyor.
Ve ardından şu ekleniyor: “Krizler bir yanı ile bakıldığında fırsat kapılarıdır.
Dünyada en büyük 500 işletmenin yarısının kriz dönemlerinde ortaya çıktığını
unutmayın. Üstelik teknolojik devrimler artık yaratıcılığı zengin ülkelerin
tekelinden çıkardı. Yaşına ve yaşadığı ülkeye bakmadan herkes bir girişimci
olabilir...”
Doğru söze ne hacet. Ben de katılıyorum. Ama düşündüğümüzde(!); bu da
sürdürülebilirlik kavramı ile çelişmiyor mu acaba? Kalder Yönetim Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Ali Rıza Kaylan “dünyanın nüfus patlamasıyla sürekli artan yoksulluk,
uluslararası eşitsizlik; doğal kaynaklar dengesizce tüketildiği için karşı
karşıya olduğumuz çevre tehditleri” diyor, “Tüm bunlar artık tüm insanlık için
köklü bir rota değişikliğinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyor” .
Peki köklü değişim derken neyi kastediyoruz? Ya da köklü rota değişikliği
nasıl olacak? Ve bir soru daha: İnsanlık olması gerektiği varsayılan bu
değişime gerçekten hazır mı?
İnsanın bir şeye hazır olması için, önce o konunun farkında olması ve
değişimi istemesi gerekir. Bunun için de öncelikle düşünmesi gerekir. Peki.
Biraz da işin felsefesine girelim. Değişimin bir ihtiyaç olabilmesi için önce
düşünmenin bir ihtiyaç olması gerekmiyor mu?
Şimdi şunu diyeceksiniz: Düşünmek bedende kalbin çarpması kadar doğal bir
olgu, insan denen varlığın düşünebilirliği tartışılamaz bile. “İşte bu noktada
biraz durun” diyeceğim size. Acaba gerçekten olması gerektiği gibi düşünüyor
muyuz? Yoksa bizden istenildiği şekilde ve istenildiği kadar mı düşünüyoruz?
Her şeyin bize sunulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme ve onun
beraberindeki küresel popüler kültür tek tip insanı yaratma uğraşı içinde.
Dillendirilmiyor ama geri planda sürekli olarak şu mesaj veriliyor: “Bak biz
sana her şeyi sunuyoruz. Senin bunlar üzerinde düşünmene, hatta üretmene gerek
yok. Sadece tüketmen yeter. İyi ve uysal bir tüketici ol. Biz senin daha çok
harcaman için buradayız.”
Ve sonra gelsin taksitli ve borçlu yaşamlar... Görüntü ve algı, salt tüketim
üzerine kurulu olduğu sürece nasıl olacak bu değişim? Kişisel bakım ürünlerinde
ya da deterjan, ya da diş macunu kullanımında yılda kişi başı tüketim hesapları,
diğer ülkeler ile kıyaslamalar yaptığımız kadar, neden yılda kişi başı çöp
tüketimini azaltmak konusunda ne kadar yol aldığımızı hesaplayıp, diğer ükeler
ile karşılaştırmıyoruz?
Ya da neden geri dönüşüm konusunda en küçük bir rakam bile ortaya
koyamıyoruz. Neden bu rakamı ortaya koyamadığımızı konuşamıyoruz?
Sorular sonsuz... Yeter ki bu şekilde düşünmeye başlayabilelim... İşte o
zaman “Sürdürülebilir Topluma Dönüşmek” konusunda küçük de olsa bir adım atmaya
başlamış oluruz...