Sürdürülebilirlik, Bir 21'inci Yüzyıl İdeolojisi mi?
Sürdürülebilirlik, sistemin gelecekte de artan boyutlarda kriz
üreteceği anlaşılan derin çelişkilerin artık bilincinde olan
Avrupalı/Amerikalı/Asyalı orta sınıflara bir tür hayal pazarlıyor. Ve en çok bu
sınıfların işine gelen statükonun çevreyi bozmadan, birkaç makyajla aynen
sürdürülebileceği ham hayalini işliyor.
Günümüzde çok revaçta
olan ‘Sürdürülebilirlik’ kavramı, veya moda tabiriyle
‘Sürdürülebilir büyüme’; yeraltı/yerüstü kaynaklarını, gelecek
kuşakların yaşam olanaklarını tehlikeye atmadan tüketerek ekonomik büyümeyi
sürdürmeyi hedefliyor. Ele alınış biçimiyle, yeni bir tür ideolojiyle karşı
karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz.
1992’de yapılan
ve ana teması ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ (Nachhaltige
Entwicklung / sustainable development) olan Rio Konferansı,
daha sonraki tüm benzeri Birleşmiş Milletler (BM) konferanslarını derinden
etkilemişti ve BM’in dünyaya yaklaşımındaki temel düstur ‘Sürdürülebilirlik’
olmuştu. BM Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılında yaptığı tarife
göre, ‘Günümüz kuşağının, gelecek kuşakların gereksinimlerini
karşılayabilecekleri koşulları tehlikeye atmadan kalkınması’ anlamında
kullanılıyor. İlk kez 1713’te, ormanların ekonomik kullanımıyla
ilgili kuralları anlatmak amacıyla Carl von Carlowitz adlı bir ormancı
tarafından ortaya atılan ‘Sürdürülebilirlik’ kavramı çok sonra İngilizceye
çevrilmiş. İlk haliyle sürdürülebilirlik, ormanın asıl/öz varlığını tüketmeden,
ormanın sadece serpilip büyüyen kadarını kesip o kadarından yararlanmayı
öngörüyordu.
Üç ayaklı model
Bugünkü
‘Sürdürülebilirlik’ düşüncesi, ‘Üç ayaklı model’ (Tripple
bottom line / 3BL) diye de adlandırılıyor. Tarifi de en kısa haliyle,
‘insan varlığının ekonomik, çevresel ve sosyal boyutta geleceğe doğru
gelişmesinin sürdürülebilirliği konsepti‘ diye özetlenebilir. Petrol
şeyhinden çevrecisine kadar istisnasız herkese hitap edebilen ve ‘insanlığı’
kurtarmak gibi ulvi bir perspektife de sahip bir kavram. Sosyal hayattan
ekonomiye, oradan çevre ve atmosfere kadar -tek bir düşünce temelinde yaklaşıp
tanımladığı- dünyaya/insana/hayata müdahale edebilme hakkını kendinde görebilen
bir tür ideoloji. İlgilendiği ve müdahale etmeyi düşündüğü alan itibariyle
tarihte şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir kapsama alanına sahip. Daha önce,
istisnasız herşeyi kapsayan benzeri tek örnek, ortaçağ
kozmolojisidir.
Sürdürülebilirlik öyle kapsayıcı ve haklı bir tınıya
sahip ki, itiraz etmek hiç de kolay değil. Ama havaya-suya kadar herşeye
karışabilen, üstelik onları kullananların takdir hakkını kurnazlıkla ellerinden
alarak yerel/kültürel/ailevi özelliklerini gözardı edebilen bir düşüncenin
sorgulanması gerekiyor. Sürdürülebilirlik, şu andaki düzeni/sistemi çevreye
uygun hale getirip sürdürmeyi amaçlıyor. Bunun mümkün olup olmadığını hiç
tartışmadığı gibi, bu konuda gelecek kuşakların adına konuşarak onların
geleceğini de ipotek altına alıyor. Bu haliyle, sistemin kendi kendine sınırlar
koyarak çevreyi kirletmeyi durdurması konusundaki kesin başarısızlığının
Kyoto Konferansı’nda tescillenmesi üzerine yeni ikame edilmiş
bir tür avuntu gibi duruyor.
İdeoloji
1796’da Fransız
filozof Destutt de Tracy tarafından ilk kez tanımlandığı
şekliyle ideoloji kavramı, dünyada tek tip bir fikirler bilim kurmak projesi ile
ilgiliydi. Kısaca, ‘dünyaya tek tip bakış açısı’ çerçevesinde kullanılan
ideoloji kavramı, ‘sürdürülebilirlik’ fikrine ve uygulamasına hiç de uzak
durmuyor.
‘Sürdürülebilirlik’ tarifi 1992’de önemli bir
değişiklik geçirerek, daha teknokratik bir tını kazandı. Buna göre, Papua
ormanlarında avlanan yerlilerden Batılı büyük şehirlerde yaşayan tüketiciye,
çölde su kuyusu açan Afrikalıdan boğa güreştiren Güneyamerikalıya kadar herkesin
hayatındaki sürdürülebilirlik vaziyetlerine en iyi bilim adamları karar
verebilir! Bu konuda demokrat değil. Sosyal, inançsal, etnik, kültürel ve hatta
ailevi ilişkileri ikinci plana iten, demokrasilerin bireyin özel hayatını
koruyan ilkelerine alenen ters düşebilen yeni sürdürülebilirlik anlayışı;
insanların hayatına her alanda müdahale hakkını, ideoloji terimine ilk ilhamı
vermiş bilime tanıyor. Bugünün dünyasında bilim, genel kabul gören, herkesin
inanp güvendiği bir şey olduğundan, bilimin sürdürülebilirlik konusundaki
takdirine itirazsız herkesin boyun eğmesi bekleniyor. Sistemin çevreye uygun bir
şekilde sürdürülebilmesi için kararlarına itirazsız itaat bekleyen aynı bilim,
çevrenin mahvına neden olan sistemin sürekli büyümeye odaklı temel düsturunu
hiçbir bilimsel sorgulamaya tabi tutmuyor. Bu haliyle asıl sorunu gözden kaçırıp
gizlediği gibi, geniş kapsama alanı nedeniyle özgürlükçü alternatif görüşler
oluşturulmasını da engelliyor. İnsanların kendilerinin, kendi yerellerinde
birşeyler yapmasına izin vermeyip tek tip ‘çözüm’ tarzında ısrar ediyor.
Özgürlükçü bir yaklaşıma sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
En büyük yanlış
Sürdürülebilirliğin en büyük
yanlışı ise, insanı -hem de geleceğin kuşaklarını da kapsayacak şekilde- bir
‘homo oeconomicus’ olarak tarif etmesi. Bu insan modeli, esasen
kendi maddi çıkarlarıyla ilgili, sadece rasyonel bazda düşünüp hareket eden,
doğayla ilişkileri yararcılıkla sınırlı, klasik ve neoklasik kapitalist
ekonominin tipik tüketicisine tekabül ediyor. Sürdürülebilirlik anlayışının
mantığına göre insan, gelecekte de ‘sınırsız’ bireysel maddi ihtiyaçlarını
karşılamak için yaşayacaktır ve sırf bunun için yakıp kavuracağı saçıp
savuracağı yeterince yeraltı/yerüstü kaynağı geleceğe de kalmalıdır! Ancak
kalması garantilendiği takdirde dünya, uygun bir şekilde yağmalanmaya devam
edilebilir! Küreselleşen dünyada bütün küçük sistemlerin birbirine bağlı olması
da, sürdürülebilirlik adına heryere ve herşeye karışanilmenin gerkçesi olarak
sunuluyor. Sürdürülebilirlik anlayışı, özde yeni birşey olmadığı gibi, bilimi de
alet ederek, yeni ve yapıcı olan başka düşünceleri dışlıyor. O düşüncelerden
biri şu: Doğa, insanın bencil yararcılığı adına talan edilecek bir yer değildir.
Bir diğeri de şu: Sistemin büyümeye odaklı karakterini, yani para/iş sistemini
(ve mal/meta fetişizmini) kökten değiştirerek postkapitalist bir dünya kurmak ve
çevre talanını tamamen durdurmak mümkün.
Sürdürülebilirlik projesinin
kapsamı, tarihte benzersiz ölçüde olunca, bütçesi de yüksek tutuldu.
Sürdürülebilir gelişme projeleri için 2002’de Johannesburg’da yapılan
toplantıda, 2015’e kadar 980 milyar Dolarlık bir bütçe öngörüldü. Tabii bu
paranın nereden bulunacağı bir muamma olmayı sürdürüyor. 2008 krizinden sonra
dev bankaları kurtarmak için, nereden serbest bırakıldıkları kısmen başka bir
muamma olan bir trilyon dolar harcanmıştı. BM’in küresel
‘sürdürülerbilirlik projeleri’ için bir trilyon dolara yakın
parayı ikinci bir kez bulmak hiç mümkün görünmüyor. Ayrıca, projeninişlemesinin
sadece paraya bağlı olmadığı da her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü
sürdürülebilirlik düşüncesine karşı itiraz sesleri artık daha gür
çıkıyor.
Sürdürülebilirlik, sistemin gelecekte de artan boyutlarda kriz
üreteceği anlaşılan derin çelişkilerin artık bilincinde olan
Avrupalı/Amerikalı/Asyalı orta sınıflara bir tür hayal
pazarlıyor. Ve en çok bu sınıfların işine gelen statükonun çevreyi bozmadan,
birkaç makyajla aynen sürdürülebileceği ham hayalini işliyor. İnsanların
vicdanına seslenerek, piyasa mantığı içinde düşünülmüş sürdürülebilir gelişme
projelerine angaje ederek rahatlatmaya çalışıyor. Ama sistemin temel karakterini
değiştirmeden sürdürmek hızla zorlaşıyor. Gerçeklerden kaçmaktan ne kadar çabuk
vazgeçilirse, gerçek çözümler de o ölçüde çabuk ortaya çıkıp etkili olabilirler.
İnsanlığın kendini ve doğayı sürdürülebilmesi için herşeyden önce galiba,
kapitalist yaşam tarzını gözden geçirmesi ve daha çok para/iş peşinde
koşuşturmayı bırakması gerekiyor.