Bu yazıda küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre kirliliği, doğal kaynakların tükenmesi ya da yok olan türlerden söz edip, çevreyle daha barışık sürdürülebilir bir dünya için mimarlığın önemine değinip, bunu başarabilmek için olası mimari stratejileri aktarabilirdim. Bunun için size pek çok süslü, yeşil bina fotoğrafı gösterir ve her birinde dünyanın geleceğini kurtarmak için yasal çerçeveyi hazırlayan devletin, girişimi yapan özel sektörün, yapıyı olanaklı kılan mimarın ve tüm bunları talep eden kullanıcının işbirlikçi duyarlılıklarını kutlayabilirdim. Ancak bugün konuya farklı bir perspektiften yaklaşmak istiyorum: Süregiden sistem içinde başarabildiklerimizden değil, “gerçek” bir arayışın yaşamsallığından söz edeceğim.
Hepimizin bildiği bir gerçek var: Dünya üzerinde yaşamın hiçbir adil tarafı yok. Bilindiği gibi uluslar birbirleri üzerinde, erkekler kadınlar üzerinde, özetle güçlü güçsüzün ve “ötekinin” üzerinde gün geçtikçe daha fazla baskı kuruyor. Bu yaklaşımdan doğa ve canlılar da nasibini alıyor. İnsanlık, doğa ve diğer canlılar üzerindeki baskısını sürekli artırıyor.
Öte yandan bu baskının sonuçlarıyla yüzleşildiği ve çözüm önerilerinin geliştirildiği bir dönemden geçiyoruz. Ancak ortaya konan çözümler sorunları aş“MIŞ GİBİ” yapmaktan öteye geçemiyor. Çünkü bizler hâlâ doğayı kendi kullanımımıza ayrılmış bir kaynak olarak düşündüğümüz için, doğal olarak soyumuzu devam ettirebilmek için bu kaynağın sürdürülebilirliğini sorguluyoruz. İşte bu durum kanımca sürdürülebilirliğin yol ayrımını belirliyor. İçi boşaltılmış bir imge arayışı sürdürülebilirlik kavramı ve tartışmasını da indirgiyor. Aşağıda farklı tarafların bu kavram yıkımının nasıl bir parçası olduğuna ilişkin örnekler yer alıyor:
Sürdürülebilirlik söz konusu olduğunda, başta devletlerin “Truva Atı” arayışında olduğundan söz etmek mümkün: Örneğin Batı tipi bir kalkınmışlık tüm dünyaya “pazarlanabilmek” için adı sürdürülebilir kalkınma olarak süsleniyor. Bilinçli bir şekilde “Neyin sürdürülebilirliği? Kimin için? Ne kadar süreyle?” soruları yanıtsız bırakılıyor. Böylelikle farklı grupların/kesimlerin/tarafların kendine özgü sürdürülebilirlik yorumları yapması sağlanıyor. Bu şekilde de kavramın geniş kabulü ve toplumsal uzlaşı yanılsaması yaratılıyor. Burada kalkınmanın mı sürdürülebilirliği, insanın mı sürdürülebilirliği, doğanın mı sürdürülebilirliği konusu tarafların seçimine ve algısına bırakılıyor. Ülkemizdeki uygulamaları da bu çerçevede değerlendirmekte yarar var: Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu, 2B’ler, HES’ler ve benzeri pek çok yasanın yeni yapılaşma alanları ve yeni sektörler açarak sermaye birikim süreçlerine yeni olanaklar sağladığına ve sürdürülebilir kalkınma (kalkınmanın sürdürülebilirliği) çerçevesinde doğanın yıkımını da yasallaştırdığına tanık oluyoruz.
Bu bağlamda özel sektörün de benzer uygulamaları yok değil. Kuşkusuz özel sektörün temel motivasyonu kârını artırmak. Bu çerçevede yükselen bir eğilim olan yeşil binalar ciddi bir pazarlama potansiyeli yaratıyor. Üstelik buna bir de kentsel dönüşüm gibi yıkıp yeniden inşa etme/yerinden etme eylemi eklenince sacayağı (çevresel, toplumsal, ekonomik) üzerine oturduğu söylenen sürdürülebilirliğin ilk iki ayağı baştan kırılmış oluyor. Dahası, yükselen yapım bedellerini, sağlıklı-çevre dostu bir yapıda yaşamak motivasyonuyla hareket eden kullanıcının daha kolay kabullenmesi sağlanıyor. Kaldı ki burada yükselen yapım bedellerinin altında yatanın ekolojik uygulamalardan mı yoksa pazarlama maliyetlerinden mi kaynaklandığı sorusunun yanıtı muğlak kalıyor.
Doç. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşen Ciravoğlu