20. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar çevre hukuku dikkate değer bir hukuk dalı olarak kabul edilmezdi. Belki de o tarihlere kadar, çevre sorunlarının, dünya üzerinde yıkıcı bir etkisi olabileceği düşünülmüyordu. Ancak sanayi devriminin etkilerinin kendisini yeni yeni hissettirmeye başladığı da bir gerçekti. İnsanların enerji kullanımındaki hoyratlığı, fosil yakıtların kullanımındaki olağanüstü artış, atmosfere salınan yıkıcı gazların görünen etkileri, insanlığı kendi yaşamlarını devam ettirmek adına tedbirler almaya itti. Bu tedbirlerin yeterliliği elbette bugün hâlâ tartışılıyor. Atmosferdeki kirlenmenin yarattığı sera etkisinin sonuçları, küresel ısınma ve kuraklık; su kaynaklarında, bitki ve hayvan türlerinde azalma ve doğal afetlerin sayısında meydana gelen artış, görünen etkiler olmaktan çıkıp insanların yaşam alanlarını doğrudan etkileyen ve onları artık güvensiz bir dünya üzerinde yaşadıklarını hissettirir hale geldi.
Çevre araştırmacılarının yaptığı bir değerlendirmeye göre son 10 yıl içinde Batı uygarlığının o şahane kentlerinde toplanan çöp miktarı dört kat artmış durumda. Saatte üç bitki ve hayvan türü yok oluyor. Küresel ısınmanın deniz seviyesinin yükselmesine, bunun da insanlığın sonunu getireceğine dair senaryolar tartışılıyor.
Yaşamın sürdürülebilir kılınması için çevrenin hukukla ilişkilendirildiği bir tarih elbette var. Hatta bunu insanlık tarihi ile başlatmak mümkün; uygarlık öncesi avcılık döneminde, avlanan hayvanın üreme döneminde av yasağı gibi. Sürdürülebilir yaşam açısından dikkate değer bir örnek oluşturan ve bir hakkın tanınması-sınırlandırılması anlamında hukukun temelini oluşturan bu basit fakat emredici nitelikteki hukuk normu; bu norma tabi olanların kendi iradelerini yok edip aksini yapamayacakları bir durumu, istekleri ne olursa olsun kollamak ve uygulamakla yükümlü oldukları kamu düzenini ve genel olarak yaşamın sürdürülebilir kılınmasını sağlıyor. Demek ki, çevre-sürdürülebilir yaşam-hukuk arasında bir ilişki var. Bu ilişkide bir hakkın sınırlanması ya da tanınması anayasal düzlemde ‘kamu yararına’, anayasal normların üzerinde olduğu söylenen uluslararası normlarda ise, genel anlamda, ‘insanlık yararına’ işaret ediyor.
‘Sürdürülebilirlik’, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılayabilmektir. Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kazayı düşünelim. Meydana gelen büyük facia sadece ülkesini değil, dünyanın yaklaşık olarak yarısını etkiledi, insan faaliyetinin ekosisteme yaptığı her baskının ya da buna kötülük diyelim, tüm insanlığı etkilediği böylece öğrenildi, çevresel felaketin etkileri soyut kavram olmaktan çıktı. Ucuz enerji sağladığı iddia ediliyordu, yıkımın maliyeti trilyonlarca doları buldu.
İnsanın açgözlülüğü
Tüm bu ekosistem ihlallerinin altında insanın açgözlülüğünün, daha fazla tüketme alışkanlığının, daha fazla kazanma ve daha fazla sömürme hırsının olduğu bir gerçek. Son 150 yıl içinde üretim araçlarının üretimindeki devasa büyümenin enerji kullanımına bağlı olarak arttığını, bu nedenle insan açgözlülüğünün enerji kaynaklarının ele geçirilmesine yöneldiğini biliyoruz. İki büyük savaş bu nedenle yapıldı ve milyonlarca insanın yaşamına maloldu. ABD’nin Irak işgali örneğinde olduğu gibi aynı senaryo bugün de devam ediyor. Bütün bu sahip olma savaşlarında insanın insana yaptığı, enerjiye sahip olmak adına idi, fakat sahip olunan bu enerjinin kullanımındaki hoyratlık öyle bir noktaya geldi ki, elde etme savaşlarında insanın insana yaptığından çok daha fazlasının, insan tarafından ekosisteme yapıldığı ortaya çıktı. Enerji kullanılarak üretilenlerin tüketimiyle ortaya çıkan ve sistemin insana dayattığı alışkanlıklardan ibaret yaşam standardı, ‘sürdürülebilirlik’ açısından üreme döneminde av yasağına aldırmayan sorumsuz, ortalama insan davranışına dönüştü. Bu nedenle günümüzün sürdürülemez nitelikteki tüketim alışkanlıkları ekonomik kültürel ve siyasal anlamda bir değişikliğe uğramadıkça sürdürülebilir bir yaşam sorgulaması anlamsız hale gelecektir.
Kuzey Amerika’da göçmenler tarafından, sırf ticari bir meta olarak derilerini kullanmak amacıyla avlanarak yok edilen muazzam büyüklükteki bizon sürülerinin ‘sürdürülebilirlik’ açısından yerli halka getirdiği yıkım ne ise, bugün ABD’de veya gelişmiş herhangi bir ülkede fosil yakıtlardan elde edilen enerjinin hoyratça tüketilmesi sonucu yaratılan yıkım, dünyanın geri kalanı, hatta dünyanın tamamı için odur. Bugün New York ya da Londra’da yaşayan bir insanın ürettiği ortalama çöp miktarı, dünyanın geri kalan insanlarına şamil edildiğinde, bu miktar çöpü hiçbir yere sığdırmanın mümkün olmadığı ya da dünyada yaşayan her insanın ortalama olarak tükettiği su ve akaryakıt miktarının Paris’te yaşayan bir Fransız vatandaşının tükettiği su ve akaryakıt miktarına ulaşması halinde, dünyada bulunan tüm su ve akaryakıt kaynaklarının bu miktar tüketimi karşılamaya yetmeyeceği basit hesaplamalarla ulaşılan gerçeklerdir.
Günümüz dünyasında yaşamın sürdürülebilir kılınması, ekonomik büyüme ile doğal kaynakların tüketilmesi arasında bir dengenin kurulmasına, doğal kaynaklarda yerine konulabilirliğin gözetilmesine, verimliliğin uzun döneme yayılması ve gelecek kuşaklara ulaşmasına izin veren paylaşımcı gelişme modelleri uygulanmasına bağlıdır. Temel ekolojik süreçlerin korunmasında çevrenin bir hak olduğu, sadece yaşayan insanlara değil, gelecek kuşaklara da ait bir hak olduğu gerçeğini unutmadan, kirlenmenin salt doğadaki kirlenmeden ibaret olmadığı, bununla sebep sonuç ilişkisi içinde bulunan insan bilincindeki kirlenmenin, ekolojinin temel sorunu olduğu gerçeğinin bilince çıkarılması gerekiyor.
Hasan Sever / Hukukçu