Sulukule’de önce insanlar süpürülüp atıldı. Sonra evler
yıkıldı. Hayat silindi. Hoyrat bir rüzgar Edirnekapı’dan Topkapı’ya engelsiz
esiyor. Tarihi Yarımada’da 90 bin metrekarelik devasa bir alan
uzanıyor. Sıra İstanbul’un bağrındaki çocuklarının ruhlarını deşmeye geldi.
Sulukule, 5. yüzyılda yapılan II. Theodosios surlarının Porta Charisius
(Edirnekapı) ve Porta Pempton (Sulukule Kapısı)
arasındaki bölümüne bitişik. Burası şu günlerde İstanbul’un kalmak için son
çabalarını harcaması gereken Dünya Miras Listesi’ndedir. Şehrin
ana su kaynağı Lykos deresi, şehre buradan girer. Sulukule arkeolojisinde akla
ilk gelen konu su sistemidir. Kazım Çeçen tarafından yayımlanan
veriler, Sulukule’nin hemen altında Roma ve Osmanlı dönemlerinde geliştirilerek
günümüze kadar ulaşan iki ana su sistemini, İ.S. 2. yüzyıla ait
İmparator Hadrinaus su sistemi ile 16. yüzyıla ait 2. Bayezid
su yollarını belgeliyor. 2. Bayezid su yolları haritaları su
şebekesinin şehre ana giriş noktasının Sulukule bölgesi olduğunu, hatta hangi
evin altından nereye uzandığını gösteriyor. Manastırların şehrin dışına
çıkarılmasını kapsayan yasayla (‘loca deserta’) Erken Bizans döneminde ve
devamında bu bölgede çok sayıda manastır inşa edilmiş. Bunların bir bölümünü
biliyoruz.
Öte yandan Sulukule bölgesi, Blakherna
ve Tekfur saraylarının yer aldığı bir coğrafyanın uzantısı. Bu
bölgedeki yapılaşmaya ilişkin elimizde somut bilgiler yok. En önemli iddia
Deutoron Sarayı. İmparator II. Iustinos’un,
içinde gösterişli bahçeleri olan, heykellerle donatılmış sarayının bulunduğu
Deuteron bölgesi, bazı araştırmacılara göre Sulukule çevresindeydi. Öte yandan
Yenikapı’daki, günümüzden 8500 yıl önceye
giden Neolitik kültüre ait buluntular tam Lykos deresinin denize
döküldüğü noktada ortaya çıkarıldı. Lykos deresi çevresi, Sulukule’de de
Bizans’tan çok daha gerilere giden buluntular vermeye aday. Ve elbette bir de
İstanbul’un toprağının hep sürprizlere gebe olduğu unutulmamalı.
Arkeolojik karar gerekir
Tarihi Yarımada yalnızca topraküstü mirasıyla değil, toprak altında
barındırdığı mirasla da dünyanın en değerli alanlarından biri. Eğer süregiden
yaşam olmasaydı hiç şüphesiz Efes gibi, Bergama gibi bir arkeolojik sit olarak
kabul edilecek ve buna uygun kararlarla ele alınacaktı. İronik olsa da
Kentsel Yenileme Projesi, bu alanı bir arkeolojik site
dönüştürdü. Yaşam bütünüyle silindi, kentsel doku, korunması gereken tescilli
evler dahil, yıkıldı. Kentsel arkeolojik sitlerde yapılaşma ve yeni proje üretme
kararları, Türkiye’nin imzalamış olduğu UNESCO’nun çeşitli sözleşmeleri ve
Türkiye’nin girmeye aday olduğu AB normlarına göre verilir. Bu belgelerin tümü,
kentsel alanlarda, gelişme ile toprak altı miras arasında bir dengeyi
öğütlerken, bu dengenin arkeolojik değerlerin korunmasından yana olmasını şart
koşarlar. Ancak süregiden bir hayatın olmadığı alanlar için artık kentsel proje
kaygısı değil, arkeolojik kaygılar esastır.
Kentsel arkeolojide de esas, kamu yararıdır. Sulukule Kentsel
Yenileme Projesi’nin kamu yararını gözetmediği, tam tersine bir
“soylulaştırma” projesi olduğu UNESCO Dünya Miras
Komitesi, AB İnsan Hakları Komiseri, Helsinki
Komitesi, AB İlerleme, HABITAT-AGFE Raporlarında da
ifade edildi. Bir başka deyişle, Yenileme Projesi bir
zorunluluk değil, tam tersine şehircilik disiplini açısından bir suç
oluşturuyor. Vazgeçilemezliği değil, vazgeçilmesi gerektiği esas.
Tarihi alanların sorumlusu kim?
İstanbul’un tarihi alanlarının sorumlusu kim? En sonuncusu Yenikapı Marmaray
inşaatı olmak üzere bütün projeler, çok önemli buluntular verdi. Her defasında,
bunlar bir sürprizmiş gibi sonradan çözüm üretilmeye çalışıldı. Yenileme
Kurulu’nun onayladığı Sulukule Yenileme Projesi’nin, Romanları yüzyıllardır ait
oldukları topraklardan sürdüğü gibi, topluluğun soyut mirasını yok etmesi,
tarihi kentsel dokuyu parçalayıp izleri silmesi gibi köklü sorunlarının yanında
arkeolojik tahribatı da öngördüğünü baştan beri söylüyoruz. Proje, Sulukule
evlerinin sığ temelleri ile korunmuş olan bu arkeolojik alana derin temelli
yapılar, yeraltı otoparklarını yerleştiriyor.
Oysa, böylesi bir alanda girişilecek her türlü projenin en önemli ayağı
arkeolojidir. Kültür Bakanlığı’na bağlı olan Yenileme Kurulu, tarihi miras
konusundaki kararları projeden hareketle alıyor. Yani, tersten gidiyor. Bir
arkeolojik envanter çalışması, literatür taraması bile yapılmadan proje
onaylanıyor. Anlaşılan o ki, 90 bin metrekarelik bir alandaki kazının
planlaması, alışılagelen sistemle, inşaatın ilerleyişine göre yapılacak.
Baştaki soruya dönersek: İstanbul’un tarihi alanlarının sorumlusu kim?
Arkeolojik kazıyı finanse edecek olan TOKİ mi, Kültür Bakanlığı mı? İstanbul
Arkeoloji Müzeleri öyle görünüyor ki, böylesi geniş ve prehistorik buluntuların
bile beklendiği bir alanda yapması gereken özenli çalışmayı hep olduğu gibi
müteahhitle cebelleşerek ilerletme durumunda kalacak. Müze, daha şimdiden, henüz
kazı ruhsatı alınmamış olmasına karşın alanda moloz hafriyatına girişen şirketi
birkaç kez uyarmak zorunda kaldı bile.
Boşluk unutmaya izin vermez
Üzerinde yaşamın kalmadığı ve üretilen kentsel projenin kamu yararı
taşımadığı, dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biri için verilecek
karar, bir tarihi miras yönetimi konusudur. Yukarıda sözünü ettiğim uluslararası
sözleşmeler, kentsel projelerde arkeologların taraflardan biri olarak yer
almasını şart koşar. Bizdeki uygulamada ise arkeologlara yalnızca “kazıcılık”
işi düşerken, müze ve bu alandaki çeşitli disiplinler sürecin planlamasına dahil
edilmiyorlar.
Her arkeolojik sit, kazılmak zorunda değildir. Kazıldıktan sonra nasıl
korunacağı en büyük sorundur. Sulukule için de bu karar verilmek zorunda. Oysa
proje başladığı anda otomatikman bir arkeolojik kazı başlamış olacak. O zaman
başka soruların yanıtları verilmek zorunda kalınacak: Proje mi değişecek,
buluntular müzeye mi taşınacak, buluntuların sunduğu bilgi topluma nasıl
aktarılacak, nasıl görünür kılınacak vb. Miras yönetimi insanoğlunun belleği ile
bugünkü varoluşunu buluşturup geleceğe yansıtma işidir aynı zamanda. Sulukule
arkeolojik siti yüzlerce yıldır uyuyan ruhların anısını, dünyanın sürgün
Romanlarının hüzünleriyle buluşturan, kendi anlamıyla dolu kocaman bir boşluk
olarak duruyor şu an. Bu boşluk, koruma politikalarının en temel prensibi olan
“aidiyet duygusu” ile bu toprağa bağlı olan Sulukule halkıyla dolmalı yeniden.
Aksi halde boş kalmalı. Boşluk, unutmaya izin vermez, yüzleştirir.
ICOMOS 2008 Quebec Deklarasyonu, ‘Mekânın Ruhu” derken
korumacılıkta yepyeni bir kapı açtı, bu unutulmamalı.
Son söz: Bu yazı Sulukule’yi kapsıyor ama İstanbul’da hızla
ilerleyen bütün yenileme projeleri için de geçerli. Fener-Balat Projesi de
yeraltı otoparklarıyla ve kapsadığı alanla aynı yazının konusu.
DERYA NÜKET ÖZER, Sanat Tarihçisi, Yeditepe Üni., GSF, öğretim
görevlisi