Sultanların Yerine Sınır Tanımayan Dünya Yurttaşları



Sınır tanımayanlara kafamı taktım bir kere, kolay kurtulacağımı da sanmıyorum. Esin kaynağım STOP’çulardı (Sınır Tanımayan Otonom Plancılar). Demiştim; onları derin bir aşk, hatta tutku ile seviyorum. Şimdi Sulukule’yi diriltmeye çabalayadursunlar, amaca ulaşamazlarsa bile, müthiş hoş ve önemli bir iş yaptıklarını, düşler her daim gerçek olamasa da, rüya görüp bunları hayata geçirmeye çalışmanın, düzensiz düzenleri değiştirmekte çok etkili olabileceğini düşünüyorum. Düş ile gerçek arasındaki hudutlar ne kadar bulanabilirse, sınırların da, sınır tanımayanlar (tüm güvenlikçiler hariç) karşısında bir o kadar aklı karışıp dünyanın, şimdi küresel köy denen yere gerçekten dönüşmesini onca çabuklaştırır diye umuyorum. Komşuluk ilişkileri daha insani bir boyut kazanır böylelikle. Yeryüzü, bugün olduğu gibi bir göçmenler cehennemi olarak varlığını sürdürmek yerine, misafirler, pansiyonerler, yani, gelip-geçen-kalan dünya yurttaşları cennetine dönüşebilir. Sınır kapıları-pasaport-vize gibi son derece münasebetsiz olduğunu düşündüğüm berbat uygulamalar, Avrupa Birliği’nde kalktığı gibi çarnaçar üçüncü ve dördüncü dünya ülkelerinde de toptan iptal edilir. Birinci dünya kendi zenginliğini, gelirini kıskançça korumayı sürdürmek yerine, tüm dünya nüfusu ile paylaşmak zorunda kalır.

Ohh! Düşüneyim şimdi: Bulgaristan’a gitmek istesem, atla arabaya, koş Sofya’ya. Veya Selanik’i yıllar yıllı görmeyi isterim: Sınırsız durumda bir bisiklet eklerim hayatıma ve “yallah”. Bilemedin Prens adalarında kullanılan tipte ufak motorsuz mekanik arabalarla bile yollanabilirim oraya. Sonra efendim, Almancıların Türkiye sınır kapılarında sefil hallerde bekleyip ölümle, hırsızlıkla (geçenlerde bir aileye olduğu gibi) burun buruna gelmelerine gerek yok, bas gaza, var İstanbul’a. Alman konsolos ve elçilik kapıları eski günlerini arar artık. Onları ziyarete gelen yok, sabahın üçünde- dördünde günlerce randevu-vize beklemeye son. Amerikalılar desen, İstinye tepelerinde kurdukları geçit vermez kalelerinden vazgeçmek zorunda kalır, ıssızlıktan sıkılıp Tepebaşı’na bile dönebilirler. Bir de artık saldırılardan korkmak yok. Sınırlar serbest, dünya varlığı herkese eşit olarak dağılmış, kültürler, çok çeşitli dinler aynı derecede saygın kabul edilince, Talibanlar da ihtişamlı Afganistan dağlarında ağır top-tüfek taşıyacaklarına, iş bulmak üzere Amerika’yı yeni mekân edinebilirler. Yine bir ohh!

Sosyologları da varmış

Hem bu dünya sınırlarını yok etme arzusunda olan sadece plancılar değil, bunların avukatları, doktor ve gazetecileri de var. Biliyorum. Dünyadaki felaket bölgelerinde çalışıp, didinip insanları hayata döndürmeye çabalıyor. Türkiye’nin 1960-1971-1980 gibi silsileler halinde üç kere yaşamış olduğuna benzer, korkunç askeri rejimlerde, muhaliflere, işkence gören ve hapistekilere yardım etmek için didinen avukatlar, insan hakları savunucuları (onlar her halükârda sınırsız olmak zorunda) ve buralardaki yaşamı dünyaya duyuran sınırsız gazeteciler mevcut.

Tarihçiler henüz sınırsızlığa erişememiş, onların işi biraz daha zor. Ne de olsa bugünkü tarih, dünyanın hemen her yerinde ulusal bakış açıları ile ulusal tarihlerdir. Ama değiştirmek için çaba gösterdikleri kesin. Geçenlerde, 28-29 Mart 2009’da, ABD Seattle’da (Küreselleşme karşıtlarının ilk buluşma noktası) ilk defa “History Without Boundaries/Sınırları Olmayan Tarih” başlıklı bir kongre yapmışlar.

Sınırsızlığa bu kadar tutkulu bir insan için, ne ayıp ki yeni fark ettim: Sınırsızların, sosyologları da varmış... İlk sınırsız sosyologlar örgütü SSF, 2001’de İspanya’da Sociologues Sin Fronteras olarak kurulmuş, 2002’de de ABD’de. Sınır tanımadığına göre her ülkede farklı bir örgüt bile gereksiz bence, bir tane dünya kuruluşu olsa yeter sanki. Neyse bu işlere karışmasam daha iyi olacak, idarecilikten çok anlamadığım kesin. Bu sefer de tek merkezli, kuzey endeksli otoriter bir yönetim olur. Berbat bir şey, çık işin içinden. Ama şu kesin ABD’deki örgüt kendini İspanya’dakinin bir devamı olarak görüyor. Dergileri bile var. Adı “Sınırsız Toplumlar: İnsan Hakları ve Toplum Bilimler”.

Kuruluş amaçlarını da şöyle açıklıyorlar: “Ulus-aşırı bir örgüt olan Sınır Tanımayan Sosyologlar şu ilkelere bağlıdır: Tüm halkların siyasi özgürlüklere, hukuki korumaya, sosyoekonomik güvencelere, kendi kaderini tayine ve kendi kişiliğine karşı eşit hakkı vardır. Şöyle ki: Yaşlı veya genç, nerede yaşarsa yaşasın, inançları, cinsiyetleri (kadın-erkek-eşcinsel-biseksüel-aseksüel-travesti), deri renkleri ne olursa olsun herkes ve hepsi aynı evrensel haklara sahiptir. Ayrıca SSF, sürdürülebilir çevre dahil, ortak güzelliklerin, iyiliklerin, maddiliklerin özelleştirilmesine karşıdır. Bu ilkeler, pasif demokratik sistemleri sorgulamakta olup insanları, halkları ve toplumları, küresel pazarlara, ulus-aşırı şirketlere ve finansçılara teslim-tabi etmeye meraklı Batılı neoliberal ideolojiye meydan okur. Sınır Tanımayan Sosyologlar, militarizme, yurttaşlarını baskı altına alan rejimlere karşıdır. Irkçılığı, kadınlara karşı şiddeti de lanetler. Bu açıdan SSF, insan haklarından, katılımcı demokrasiden, eşitlikçi ekonomilerden, barıştan ve sürdürülebilir ekonomilerden yana ‘taraf’tır.”

Sınır Tanımayan Sosyologlar işte bu nedenle, araştırma yapanların, araştırdıkları konuya mutlaka uzaktan, mesafeli ve çekimser kalmaları gerekmediğini, bilimsel açılımlar ile birlikte angaje olarak, yardım etmek, destek olmak için de çalışılabileceğini, anket, mülakat, saha çalışması, katılımcı gözlem, her ne ise, yapılabileceğini, dünyayı dönüştürmeye çabalamanın da sosyologların görevi olduğunu düşünüyor. Bir de İspanya ve ABD’deki SSF’in Brezilya, Şile, İran ve Kanada’da da şubeleri varmış. İran’da bile! Niye burada yok? Hemen kolları sıvayıp dünyayı dönüştürmek üzere sınır tanımayanların arasına katılmam gerekir. Yola çıkacağım şimdi, sınırları çiğnemeyi umarak...