Sular özelleştirilemez


ekolojistler.org’dan Leyla Tavşanoğlu, 2007 yılının sonlarına doğru Devlet Su İşleri'nde (DSİ) yıllarca su uzmanı olarak çalışan Dursun Yıldız ile bir söyleşi yaptı. “Türkiye yaz aylarında inanılmaz bir kuraklık yaşadı. Bu kuraklık tartışmaları sürerken gündeme Dünya Bankası'nın suların yönetimiyle ilgili raporu düştü. Tavşanoğlu’nun “Konuyu en iyi bilen bir uzman olarak tanıdığım Dursun Yıldız 'la konuşuyoruz. Meslek yaşamını Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün (DSİ) çeşitli kademelerinde çalışarak geçiren Yıldız, Türkiye'deki su ve su yönetimi sorunlarıyla ilgili net bir tahlil yapıyor” diyerek başladığı röportaj şöyle:

Suyun yönetimi kamuda mı, yoksa özel sektörün elinde mi olmalıdır?

Bence suyun yönetimi mutlaka kamuda olmalıdır. Zaten dünyada da birçok ülkede suyun yönetimi kamu eliyle yapılmaktadır. Ama son yıllarda belirli finans çevreleri ve kurumlarının izledikleri küresel politikalar çerçevesinde suyun yönetiminin kamu elinden alınıp özel şirketler eliyle yürütülmesi politikaları uygulamaya konuldu.

2002 yılına kadar dünyanın 56 ülkesinde özel su şirketlerinin işletmeye geçtiklerini biliyoruz. Bunun dışında finans kurumları da daha çok özelleştirme şartına bağlı olarak gerek yapısal uyum kredilerini gerekse doğrudan yatırım kredilerini özelleştirme şartına bağlı olarak vermeye başladılar. Bizim Cumhuriyetin kuruluşundan beri örgütlediğimiz kamu yapısı da Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün kapatılması ve il özel idarelerine devredilmesi durumuna dönüşüyor. Bu da dünyada esen küresel rüzgârların su yönetimine Türkiye'deki yansımaları olarak değerlendirilebilir.

Su yönetiminin kamunun elinde olması gerektiğini söylediniz. Peki, su yönetiminde kamu ne kadar başarılı?

Kamunun başarılı olabilmesi için kendini yenileyebilmesi, değişen koşullara ayak uydurabilecek birtakım reformlar yapabilmesi gerekiyordu. Bu reformların yapılamaması yüzünden kamunun başarısız olduğunu söylemek mümkün değil.

Kamuyu devreden çıkardılar

Bu reformlar niye yapılamadı?

DPT raporlarında sürekli olarak kamu yönetiminin geliştirilmesi önerileri yapıldı. Yani bunu devletin bir başka kurumu yaptı. Ama Türkiye plan anlayışı yerine daha çok pilav anlayışını ön plana çıkardığı dönemden itibaren bu yapı su yönetiminde de etkili oldu. DPT raporlarının çoğunda kamu yönetiminin daha verimli hale getirilmesi gerektiği biçimindeki başlıkların altında yazılı olan maddelere uyulmadı. Bu da su yönetiminin yapısında aksamalara neden oldu. Daha sonra bunlar, "Bu işin altından kamu yönetimi kalkamıyor. O nedenle de özelleştirelim" biçimindeki yaklaşımları getirdi. Bir kere su yönetimi merkezi planlaması mutlaka çok otoriter bir kamu kurumunun elinde olmalıdır.  

Neden otoriter bir kamu kurumu elinde olmalı? Bu sözlerinizle sonsuz özgürlükçü aydınlarımızı ürkütmekten çekinmiyor musunuz?

(Çok gülüyor) Su yönetimi merkezi planlamasının çok dikkatli bir şekilde yapılması gerekiyor. Türkiye'nin su kaynakları çok değişik oranlarda, çok değişik yoğunluklarda ülke geneline dağılmış durumda. Aynı şekilde yağışlar da Türkiye genelinde farklı. Yani Doğu Karadeniz Bölgesi'ne 2.500 milimetre yağış düşerken Konya Ovası'nın ortasında 250 milimetre düşüyor. Dolayısıyla Türkiye'nin belirli yerlerinden su transferi yapma ihtiyacı doğabileceği günlere doğru geliyoruz.

Dünya Bankası'nın su yönetimi için kamusal yapılanma şeması çizdiği ama bunun bir türlü yapılamadığı haberleri var. Bu niçin yapılamıyor?

Dünya Bankası bir süre önce tavsiye niteliğinde bir rapor yayımladı. Bu raporda günün koşullarına göre bir yeniden yapılanma modeli öngörülüyor. Bunu önerirken merkezi yapılanmadan çok bir bölgesel yapılanma önerisini de içerisinde saklıyor.

Peki, bölgesel bir yapılanma Türkiye'nin koşullarına uygun olur mu?

Tartışmalı olur. Onun yerine kendimizin özgün koşullarına, ulusal kalkınma politikalarımıza ve çıkarlarımıza en uygun bir yapılanmayı bizim oluşturmamız gerekiyor.



Su politikası Şablon olamaz

Yani Dünya Bankası'nın yaptığı gibi şablon değil de bizim vücudumuza uygun, provayla dikilmiş gibi bir yapılanma projesi mi olmalı?

Aynen öyle. Dünya Bankası'nın desteğiyle bizim sulama projelerimiz sulama birliklerine devredildi. Böylece Türkiye dünyaya örnek gösterilecek ülkeler arasında sayıldı. Çok kısa süre içinde çok başarılı bir devir oldu, dendi. Aslında bu devirlerin çok iyi işlediği yerler olmadı değil. DSİ bir anlamda işletmecilikten çekildi. Bu işletmeleri kooperatiflere ve sulama birliklerine devretti. Bu devir yüzde 95-96 oranında gerçekleşmesine rağmen Dünya Bankası raporlarında aynen şöyle deniliyor: "Bu devir çok hızlı gerçekleşti. İşletme, bakım çalışmaları çok sağlıklı yürümüyor. Belki bu devir biraz daha yavaş yapılabilirdi." Yani başlangıçta çok başarılı denilen bir devir modeli, daha sonra Dünya Bankası'nın yayımladığı bir raporda eleştirildi. Bu da bu tür çalışmaların özgün koşullarımız dikkate alınarak ancak bizler tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya çıkarıyor.

Peki, biz neden hep Batı kaynaklı planlara, projelere, fikirlere itibar ediyoruz da kendi özgün fikirlerimizi dikkate almıyoruz?

Bence bu bir analiz-sentez yapma yönteminin belirli konular ve alanlarda dumura uğratılmasının sonucudur. Şimdi bu süreci çok dikkatle izlememiz gerekiyor. Ben bunu yapabilecek uzman kadronun Türkiye'de var olduğunu düşünüyorum. Zaten bu işlerin nasıl olması gerektiği zaman zaman DPT'nin raporlarında da yer alıyor. Ama bunu önümüze bir gündem maddesi olarak koymamızda bazı engeller var.

Ne gibi engeller?

Bir kere idari engeller oluşuyor. Bundan kastım şu: Hiçbir kurum ve kuruluş, bizim başlangıçta öncelikli görevimiz değişen koşullara mevcut yapımızı uydurabilmektir, demiyor. Diyemiyor. Böyle bir düşünsel kısırlık bu noktada etkili oluyor. Öbür yandan iktidar koltuğuna oturan hükümetler de kısa vadeli birtakım plan ve programları tercih ediyor. Uzun erimli birtakım hedeflerin peşine düşme ihtiyacı hissetmiyorlar. Sistemin yeniden yapılandırılması, belirli çevrelerin de etkisiyle dışarıdan gelen birtakım reçetelere bağlı olarak yürütülmeye çalışılıyor. Bu tür çalışmaların çoğunda da bir anlamda ip kopuyor. Gerçekten ihtiyacımız olan yöntemler ve kurumlar mı, bunlar yoksa başka politikaların üzerinden yürütüleceği kurumlar mı? O sorular sorulmaya başlanıyor.

Acaba suların özelleştirilmesi fikri de buradan mı doğuyor?

Su kaynaklarının özelleştirilmesi, 1990'lı yıllardan itibaren su üzerinde küresel politika yapan belirli finans kurumlarının ve ulus ötesi küresel şirketlerin dünya üzerinde gelişen birtakım çabalarıyla başladı. 21. yüzyılda dünya genelinde, özellikle az gelişmiş ülkelerde su kaynaklarının nasıl yönetileceğine dair uzun erimli birtakım plan ve programların belirlenmeleriyle açılıyor. Bunun içinde Dünya Bankası, birtakım finans kuruluşları, ulus ötesi su şirketleri var. Bunun sonucunda da demin dediğim gibi 2002 yılına kadar 56 ülkede su şirketleri işletmeye geçmiş durumda.

 Peki, bu durum bu ülkeler için tehdit ve tehlike oluşturmuyor mu?

Siz kendi ulusal kaynaklarınızı geliştirebilecek bir politikayı, bu politikayı da uygulama aracı olarak bir kurumsal yapıyı kurduysanız çok fazla etkilenmeyebilirsiniz. Ama hâlâ bir arayış içindeyseniz ve bu arayışta kendi içinizden birtakım modeller üretmekte zorlanıyorsanız, işte tehdit burada başlıyor. Bizim kendi içimizde su yönetimi kurumsal yapımızın nasıl olması gerektiğine dair bir model çıkarabilmemiz çok zor değil. Ama biraz önce dediğim o düşünsel kısırlık ve çerçevelenmiş bakış açısı bizi engelliyor. Bunu kesinlikle aşmamız gerekiyor. Şu anda su bir ticari meta olarak değerlendirilebilecek bir sürece girdi.

Oysa su son derece yaşamsal ve stratejik bir madde değil mi?

Burada iki ana yaklaşım var. Birincisi şöyle diyor: Su bir insan hakkıdır. Bu anlamda hiçbir zaman ticarete konu edilemez. Öbürü ise su kaynaklarının çok hızlı tükendiğini ve kirlendiğini ve ticarete konu edilmesi gereken bir meta olduğunu ifade ediyor. O noktada, su kaynakları nasıl yönetilmelidir, şeklindeki yaklaşım yeniden gündeme geliyor.

Su kaynaklarının nasıl yönetilmesi gerektiğini anlatır mısınız?

O noktada arz ve talep yönetimi biçiminde ortaya teknik kavramlar çıkıyor. Biz bir anlamda şunu söylüyoruz: Bugüne kadar Türkiye'nin su kaynakları yönetimi, var olan ihtiyaçları her koşul altında karşılayabilecek bir biçimde kurulmuştur. Biz su kaynaklarımızı, bu talepleri karşılayabilmek için sürekli geliştirdik.

DSİ ve diğer kurum ve kuruluşlar bu altyapıyı oluşturdular ve bu hizmetleri ulaştırdılar. Ancak şimdi yeni yaklaşımlar, arzın yerine talebin yönetilmesi gerektiğini, bunun da en uygun yönetim şekli olduğunu öngörüyor. Talebin yönetilmesi gerektiğini söyleyenler, suyun küresel ticarete konu olması gerektiğini savunuyorlar. Onlara göre talep yönetilmeden su kaynakları verimsiz olur, kullanılamaz.  

Su insan hakkıdır

Peki siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Ben böyle düşünmüyorum. Çünkü su bizatihi bir insan hakkıdır. Su yaşamsal, doğal bir kaynak. Zaten o nedenle insan hakkı olarak kabul edilmesi gerekiyor. Su kaynaklarına ulaşım hakkının kısıtlandığı bir dünya düşünebiliyor musunuz?

Bence bu politikalar bir de sosyal bir parametre içeriyor. Su kaynaklarının geliştirilmesi politikalarının içinde mutlaka sosyal boyutun ele alınarak buna göre düşünülmesi gerekiyor. O sosyal parametre, su kaynaklarının geliştirilmesini, kamusal yönetim bakış açısıyla ele alınmasını da gerekli kılıyor. Su kaynakları yönetiminin bir kamu hizmeti olarak ele alınması gerekir. Tabii ki su kaynaklarının geliştirilmesi için harcanan paranın geriye döndürülmesi biçiminde bir finans modeli oluşturulabilir.  

Bu finans modeli nasıl olabilir?

Örneğin, ücretlendirme yerine bir bedel takdiri olması gerekir. Ama iş şu anda ücretlendirmeye doğru gidiyor. Ücretlendirmenin sonucunda da bazı düşük gelirli sosyal kesimler tarafından ödenememezlik riski ortaya çıkıyor. Su faturalarının çok yüksek olmasının getireceği birtakım sosyal sorunların da ortaya çıkacağı hesap edilmelidir. Esas olarak su kaynakları yönetimi çok dikkatle ele alınması gereken bir çalışma olarak ortaya çıkıyor. Su kaynaklarını geliştirirken çok dikkat edilmeli. Çünkü verimli geliştirilmelidir. Bu da büyük yatırımlar ister.

Bu noktada DSİ nasıl bir konuma oturuyor?

Su kaynaklarımızın planlanması ve uygulanması için bizim çok deneyimli, donanımlı, bilgili kurumumuz DSİ'dir. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) 1954'ten bu yana çalışan bir kurum. DSİ yasal olarak su ve toprak kaynaklarımızın geliştirilmesi için yetkili kılınan bir kuruluştur. Hal böyleyken belki bu kurum içinde ortaya çıkan kimi zafiyetler sebep gösterilerek kredi desteğiyle gelen birtakım müşavir firmalar tarafından yeniden yönlendirilmesi, farklı bir modelle değerlendirilmesi noktasına gelindi. Bizim böyle deneyimli, donanımlı bir kurumumuz varken başka yollar aramak niye? Bazı görevler yine başka firmalara verilebilir. Ama bunların mutlaka bu bilgili, görgülü ve deneyimli kamu kuruluşumuzun denetiminde ve gözetiminde olmaları gerekir. Bütün dünya ülkeleri de zaten bunu böyle yapıyorlar.

Su yönetimindeki yanlış planlamalar özellikle Ankara halkına bu yaz inanılmaz bir susuzluk çektirdi. Bu nasıl bir aymazlıktı?

Bu bize örnek olmalıdır. Gerede suyunun devreye sokulmasındaki gecikmenin nelere mal olduğunu gördük. O nedenle su kaynakları planlama yapısı, merkezi otoritenin içinin boşaltılmadığı uzman kamu kurumları tarafından yapılmalıdır. Kamu kurumlarının bu faaliyetleri de mutlaka öbür kamu kurumlarıyla koordinasyon içinde yapılmalı. 

İstanbul gibi şehirlerde su havzalarının yapılaşmaya açılması nasıl bir mantıktır?

Bunu izah etmek mümkün değil. Bu tam anlamıyla popülist politikaların su havzalarımıza kadar uzandığı bir süreç. DSİ, gerek su havzalarımızın gerek akarsu yataklarımızın yapılaşmaya açılmaması konusunda defalarca ikazda bulunmuştur. Buna rağmen çarpık kentleşme, özellikle büyük kentlerimizin çevresini kuşatan gecekondulaşma, buna göz yuman siyasi duruş ve davranışlar, sonuçta hem kentlerimizi hem su havzalarımızı tehdit eder bir duruma geldi. Buna derhal son verilmelidir. Bunu yapabilmek için de yetkili kurum ve kuruluşlara yaptırım uygulama yetkisi getirilmelidir.