Öleli bir ay oldu. Yakınları, yapıtlarını okumuş olanlar, onu tanıyanlar ve dostları Stefanos’u unutamayacaklar. Artık bugün ona ‘sayılı aydınlarımızdan’ da diyemiyoruz; çünkü her kavramın her türlü yoruma açık olduğu Türkiye’de ‘aydın’ kelimesi de tartışılır oldu.
Hatta ‘bizden’ biri miydi; bunu da kuşku ile karşılayacaklarımız az değil. Çünkü o İstanbul’un Rum azınlığından biriydi ve gayrimüslim azınlıklar bizden mi yoksa yabancı mı -Anayasa’da açıksa da- hâlâ bazı kafalarda açıklık kazanmadı.
Yakınları onu tarihçi, mimar ve araştırmacı olarak bilir. İstanbul’da ve Paris’te yaşadı. Profesör olarak üniversitede ders verdi. 1994 yılında beş yıl İstanbul’da Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü müdürü olarak çalıştı. Ahmet İnsel’in yazdığı gibi ‘beş yıl süren bu görevi boyunca gösterdiği çabalar, başlamasına önayak olduğu araştırmalar, Yerasimos’un bilim insanı kimliğinden taviz vermeden yaşamayı başarabildiği bu tutkunun izlerini taşır’.
Empati ve bilim
Postmodern günlerimizde bilimin tarafsızlığı da tartışılıyor. Bilim denen alanın aslında her inanç sistemi gibi konjonktürden etkilenen, kişisel tercihlerin başka bir görünümü olduğu savunuluyor. Bu görüşe katılıyorum. Bilim adamlarının, özellikle kimlikle ilgili konularda hiç anlaşamamalarını başka nasıl açıklayacağız? Yalnız bilimin ‘kanıt’ sunma duyarlılığı öteki inanç sistemlerine göre daha çok gelişmiş. Sanırım ‘bilim’ diye bir yaklaşım benimsenecekse bu duyarlılığa empatiyi de eklemek gerekecek. Burada empati derken kendini ötekinin yerine koymayı ve hele her olayı bütün tarafların duyarlılıklarını ve inançlarını göz önüne alarak ve bunları ilke olarak eşit değerde görerek yola koyulmak demek istiyorum. Stefanos bu konuda eşsizdi. Onu anmak için kendi anılarımdan bir olayı anlatmayı yararlı sayıyorum.
1990 yılında Atina’da ‘Akdeniz Araştırmalar Vakfı’ Türkiye ile ilgili bir sempozyum hazırlamaya karar verdi. Amaç Türk-Yunan ilişkilerini bir yana bırakıp yalnız Türkiye’yi tanıma amacıyla ilgili konuşmacıları bir araya getirmekti. Belli başlıklar kararlaştırıldı ve Türkiye’den konuşmacılar çağrıldı. Ben danışman olarak Türk konuşmacıların seçiminde görev aldım. Konular çok geniş bir çerçeveyi kapsıyordu. Yakın tarihteki gelişmeler, ülkenin siyasi yapısı, toplum içinde etkin güçler ve ilgili dengeleri, ekonomik durum ve sorunlar, kadının toplum içindeki yeri, siyasi İslam’ı, sendikalar ve rolleri, Türkiye’nin (Yunanistan hariç) komşularıyla ilişkileri gibi. Listede ‘Kürt sorunu’ da vardı.
1990 yılında Türk-Yunan ilişkileri gergindi. Zaten sempozyumda bu ikili ilişkileri bir yana bırakma kararı, Türkiye ile ilgili herhangi bir konunun hemen Türk-Yunan karşıtlığına dönüşmesinin ve kısır tartışmaların başlayacağının bilinmesinden dolayı alındı. Kürt konusu da oldukça hassas bir konuydu ve o yıllarda bu alanda da durum gergindi. Ben bu konunun Stefanos tarafından sunulmasını önerdim. Gerçekten de Stefanos -Yunanistan’da ilk kez ve sanırım son kez de konuşarak- örnek bir bildiri sundu.
Salonda bütün ‘taraflar’ vardı: Türkiye’nin Atina Büyükelçisi (Gündüz Aktan) ve başkonsolosu, PKK temsilcileri ve militanları (o yıllarda Yunanistan’da gayri resmi olarak aktiftiler) ve Yunanistan’ın sağcısıyla solcusu, PKK sempatizanıyla sözde ya da gerçekten insan hakları savunucuları. Yarım saat kadar konuştu Stefanos. Ve mucize! Salonda kavga çıkmadı. Gerginlik de doğmadı, itirazlar bile duyulmadı. Herkes saygı ile ‘Kürt sorununu’ dinledi ve sanırım bir şeyler anladı. Herhalde Yunanlılar olanı fark etmemişti; ama bence özel hatta tarihî bir gün yaşanmıştı. Stefanos herkesin -yani ilgili tarafların- kabullenebilecekleri bir dili bulmuş ve kullanmıştı. Ve bu dil aracılığıyla anlaşma zemini ya da en azından bir temas kurma olanağı doğmuştu.
Kullandığı kelimeler ve terimler özenle seçilmişti. Kimlik beyanı anlamındaki pankart/bayrak işlevi gören sembol kelimelerden kaçınmıştı. Tarafları tedirgin ve rencide edebilecek nitelemelerden uzak kalmıştı. En önemlisi tarihî perspektifi çizerken resmî etnik tarih paradigmalarına başvurmamıştı. Bu olayların içinde geliştikleri ve ‘anlam’ edindikleri milliyetçiliği, tarihî bir olay olarak ve faturayı tek bir tarafa çıkarmadan ele almıştı. Konuyu siyasi ve hukuksal bir olay olarak ele almış; ama bununla sınırlı kalmamıştı. Bütün tarafların iç dünyalarına göndermelerle karşı tarafa anlamsız hatta haksız görünen yaklaşımların da bir iç mantığı olduğunu anlatmış ve bu alanda bu ilgili duyarlılıklara saygılı olduğunu hissettirmişti. Hınçla bir tarafı savunan bir aktör olmamıştı. Tarafları anlatmakla ve onları anladığını bize duyurmakla işe koyulmuştu. Salonda itiraz sesleri çıkmamış çünkü salondakilerin bütün tezlerini zaten bir bir dile getirmişti. Her tarafın derdini, acısını, korku ve beklentisini en güzel ve açık biçimde dile getirmişti. Ve Kürt sorununa -ya da bu olaya ne denecekse- nasıl yaklaşmak gerektiğini bize bir ders verir gibi sunmuştu. Okuyucu bütün bunlardan Stefanos’un her görüşe eşit mesafede kaldığı anlamını çıkarıyorsa kendimi iyi ifade edemedim demektir: Demek istediğim irdemesinde her görüşü göz önüne almıştı.
Her görüşü tartışırdı...
Stefanos aklıma hep o günkü konuşmasıyla gelir. Bilimselliğinin ise empati gücünde yattığını düşünürüm arada. Bu gücün de azınlık olarak toplumda eksikliğini duyduğu anlayıştan kaynaklandığını. Stefanos’a bugün ne kadar ihtiyacımız vardı, bunu söylemek istedim.
En çok Türkiye’yi ilgilendiren konuları işledi: Türkiye ve Osmanlı tarihi, İstanbul, kimlik sorunları gibi konulardı ilgisini çeken. Geriye bize onun kitapları kaldı. Başlıcalarını hatırlatayım: ‘Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’, ‘Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri’, ‘Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye’ (3 cilt), ‘İstanbul İmparatorluklar Başkenti’, ‘Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923’, ‘Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik’, ‘Topkapı Sarayı’nda Yaşam: Albert Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları’, ‘Sultan Sofraları, 15. ve 16. Yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı’.