Hasan Bülent Kahraman'ın Sabah
Pazar'da (29 Ocak Pazar) yer alan "Muhafazakarlık
kurtarıyor İstanbul'u" başlıklı yazısına Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi (MSGSÜ) Öğretim Üyesi Murat Cemal Yalçıntan'dan
yanıt geldi. "Muhafazakârlık, 1950’den başlayarak İstanbul’un kapılarını ardına
kadar Anadolu’dan göçe açan, bugün öncelikli mücadele alanları arasına aldığı
gecekondulaşmayı, enformel ekonomiyi, minibüsü, Orhan Gencebay’ı popülist
söylemi içerisine alarak İstanbul’u ucuz işgücüne sahip bir sanayi azmanı haline
getiren, bugünse ekonomik karşılıklarının değersizleşmesi nedeniyle popülist
söylemlerini başka mecralara kaydırıp bunları 'İstanbul’un kurtarılması
gerekeni', 'istenmeyenleri' ilan eden 'pragmatik' bir izleğe sahip" diyen
Yalçıntan'ın Radikal İki'de (12 Şubat Pazar) "Soylular
Beyoğlu'ndan ne istiyor?" başlığıyla yer alan yazısı:
****
Hasan Bülent Kahraman, muhafazakârların İstanbul için devrim niteliğindeki
bir kurtarma faaliyetine kalkıştığını iddia ediyor. Şöyle başlayalım:
Muhafazakârlık, 1950’den başlayarak İstanbul’un kapılarını ardına kadar
Anadolu’dan göçe açan, bugün öncelikli mücadele alanları arasına aldığı
gecekondulaşmayı, enformel ekonomiyi, minibüsü, Orhan Gencebay’ı popülist
söylemi içerisine alarak İstanbul’u ucuz işgücüne sahip bir sanayi azmanı haline
getiren, bugünse ekonomik karşılıklarının değersizleşmesi nedeniyle popülist
söylemlerini başka mecralara kaydırıp bunları “İstanbul’un kurtarılması
gerekeni”, “istenmeyenleri” ilan eden “pragmatik” bir izleğe sahip.
Reel ekonomiyi doyuramadığınızda, inşaat faaliyetleri ile birlikte spekülatif
toprak hamlelerine dayalı bir rant ekonomisinin kurtarıcı haline geldiği
biliniyor. Neoliberal muhafazakârlar, bu can simidini 1980’lerde Özal ve Dalan
ile keşfetti, 2000’lerle birlikte ekonomik büyümeyi neredeyse tamamen inşaat
sektörüne ve rant ekonomisine dayar hale geldi, üstelik bunu sürdürülebilir
kılmanın uğraşı içerisine girdi! Son on yılda memlekette imal edilen koltuk
sayısı kadar konut, yollara çıkan araç sayısı kadar km yol inşa edilmişse kimse
şaşırmasın! Eskinin gözdesi gecekondu bölgelerine öngörülen dönüşüm projeleri,
merkezin yeni gözde alanlarının temizlenmesine yönelik yenileme operasyonları,
üçüncü köprü ısrarı ve nice garip kent projesi bu tespitten bağımsız okunmaz.
Bugün, muhafazakârların İstanbul’a dönük hamlelerini neoliberal ekonominin
gereklerine ve iktidarı garanti altına almış bir tahakkümün yaratılmış olmasına
bağlamak, bu konularda yapılmış yüzlerce çalışmaya hürmeten, daha bilimsel ve
gerçekçi olacaktır.
Merkezsiz şehirler
Ciddi anlamda kafa karışıklığı yaşayan “aydın”, 25 kuruşa bira içenlerle 25
liraya içenleri yanyana istemez hale gelebiliyor. Bu muhafazakâr hükümetin
ayrıştırıcı uygulamalarını olumlu bir “temizlik” olarak yorumluyor ve aslen
soylu bir dünyaya olan özlemini haykırıyor! Bunu yaparken, Fransa’ya Paris’e
atıflarda bulunuyor! Diyor ki: “Uydu kentler kuruluyor merkezin dışına. Belki
100 yıl sonra İstanbul, tarihsel merkezi içinde tutan, tıpkı Paris gibi
merkezsiz bir şehir olacak.” Oysa Paris’i çevreleyen uydu kentler, II. Dünya
Savaşı’nın yarattığı yıkımın ardından ve genelde Paris çevresinde yerleşen
fabrikalara işgücü sunacak şekilde konumlandı ve küresel ekonominin gerekleri
ile fabrikalar kapandıkça/taşındıkça buralarda yaşayan insanlar “merkezi
olamamaktan” kaynaklı çeşitli yoksunluklarına bir de işsiz kalmaktan kaynaklı
yoksulluklarını ekledi ve son dönemde sık sık da patladılar! En azından peşi
sıra gittikleri liberal demokrasinin sürdürülebilirliği açısından karşı
çıkılmalıdır uydu kentlere yani!
Şehircilik literatürü ise o övülen uydu kentlerin savaş sonrası döneme ait
hızlı çözümler olduğunu, II. Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik büyümeyle de
ilişkilendirilerek Keynesyen ekonominin parçaları olarak kullanıldığını ve bugün
kullanılmaması gerektiğini bilir! Üstelik bizde uydu kent gibi kurgulanan
yerleşkelerin ilave sıkıntıları da var: Yerleşenlerin çalışabileceği alanların
oluşturulması ve etkin bir toplu taşıma ağı kurulması unutuluyor! Dolayısıyla
kimse dağ başına “seve seve” gitmez!
Sürekli yoksulun kent dışına sürülmesini destekleyen kahramanlar, zorlama
modernleşme projeleri ile boğuşmak zorunda kalmış, kendisinin olan ile Batı
modernleşmesinin gerektirdiklerini bir şekilde harmanlamış bir zamanın ve
mekânın sosyolojisinden de bihaber olmalı. Ekonomik ilişkilerini sosyal ve
kültürel olanla bunca harmanlayan, kurdukları mahallelerde yarattıkları topluluk
ve dayanışma haliyle metropolün mağdurları olmaktan bir ölçüye kadar sıyrılan,
sosyal mobiliteyi devletin refah dağıtıcı politikaları ile değil, gecekondusunun
üzerine çıktığı katlarla yakalayan, dahası tüm bunları yaparken kapitalizmin
işleyişini bırakın engellemeyi kolaylaştıran bir “çoğunluk” gözden çıkarılmışsa
eğer, kapitalizmin posası haline geldiğindendir! Kapitalizmin artık, kalifiye
işleyişlerin tüketmeyi de bilen soylu emekçileri dışında kimseye ihtiyaç
duymayışındandır! Yani 25 kuruşluk biranın tüketicisi yeni kapitalizme layık
olmadığı gibi, satıcısı da yeni kapitalizmin nimetlerinin farkına varamayandır!
Yani, İstanbul’un kurtarılması gerekenleridir onlar!
Beyoğlu muhalefettir
Kimse, bu süreci meşru kılma aracı haline getirilen deprem meselesine de
saplanmasın. Bunu yapanlar gitsin Ulrich Beck’in Risk Toplumu adlı kitabında
uzun uzun tartıştığı devletin nasıl artık refahı değil de riskleri dağıtmanın
bir aracı haline geldiğinin ve çevresel/doğal felaketlerden korunma açısından
zengin ile yoksulun arasındaki artan eşitsizliklerin bizim coğrafya üzerindeki
“rantsal” izlerini arasın!
Beyoğlu’nda olagelene gelelim: Tam da kapitalizmin geldiği aşamada değersiz
kalan bütün kullanımların ve kullanıcıların dışlanmasına ve sürülmesine karşılık
gelir; AKM’den Gezi Parkı’na, Emek Sineması’ndan “küreselleşen” cadde üstü
alışveriş mekânları için geliştirilen mimari projelere ve yine bunların
konforuna, güvenliğine, ulaşımına vs. yönelik Tarlabaşı’ndaki, Taksim’deki ve
Beyoğlu genelindeki planlama müdahalelerine, masa operasyonlarına ve Cihangir’de
ve Tophane’de “müdahale edilmeyen” soylulaşmaya dönük piyasa dinamiklerine
kadar, bir bütün halinde bu motivasyon açıktır. Ancak dünya üzerinde birçok yer
için genellenebilecek ve benzer örneklerle desteklenebilecek bu açıklama Beyoğlu
için eksik kalacaktır. Çünkü Beyoğlu uzun zamandır “iktidarın karşısındaki
muhalefettir”! Ve bu muhalefetin giderek güçleniyor olmasından “otoriter” bir
iktidarın memnun kalması beklenemez. Muhalefet ve içinde barındırdığı
“muhafazakâr kültürümüze yönelik bütün tehditler ve aykırı bütün unsurlar” tez
elden dağıtılmalıdır! Tüm bu temizlik ve soyluluk projeleri, müdahaleleri,
operasyonları ve en genelinde Beyoğlu Nazım İmar Planı hep birlikte okunduğunda,
muhalefetin yeşerdiği -ve biranın 25 kuruşa içildiği- ara sokakların/mekânların
dağıtılması operasyonu da en az rant projelerinin önünün açılıyor olması kadar
açıktır.
İlk örnek değil
Parçacı projelerden tartışmaya pek imkân bulamadığımız Beyoğlu Nazım İmar
Planı, günbegün gündemimize sokulan o yasa tanımaz projeleri birleştiren,
İstiklal Caddesi’ni tamamen küresel kapitalizme terk eden, hem rantın oluşumuna
hem de iktidara direnmeyi sürdürenlerin zaman içerisinde ele geçirdiği “ara
sokaklara/mekânlara” araç kullanımını sokan, Galataport’u, Gezi Parkı vs. ile
tahakkümünü artıracak projelerin yolunu açan, gündemdeki projesi ile Taksim’i
bir daha 1 Mayıs kutlaması yapılamayacak “fiziki bir meydana” çeviren bir
ideolojik dayatmadan ibarettir.
Soyluların kahramanına duyurulur: İktidarların mimarlığı ve planlamayı
kullanarak mekân üzerinden tahakküm artırma girişimlerine ilk örnek Beyoğlu
değildir!