Sinemaları da Yıkarlar...



1929 dünya ekonomik bunalımının sonuçları öyle yakıcı olmuştu ki, etkisi toplumun ötesine geçerek bireyi de kemirmeye başlamıştı. "Atları da vururlar" filmi, kapitalizmin bu bunalımına rağmen, yıkıcı rekabet anlayışını nasıl da bir eğlenceye dönüştürerek ayakta kalmanın türlü yollarını aradığını muhteşem bir dille anlatır.

Yıl 2010, Türkiye'de yegâne tarihi sinemaları kaybediyoruz ve bunlar içinde gerek mimari özellikleri gerekse salon vb kapasitesiyle tek olan Emek sineması da yıkılıyor. Yerine alışveriş merkezi yapılıyor. Hemen paniğe kapılmayın, beşinci katta bir sinema salonu olacak!

Bütün paniğimiz bir salonun yıkılması  mıdır? Elbette hayır. Türkiye kentleşmesi tarihi itibariyle bir "yeniden yapılanma"ya ihtiyaç duyacak aşamaya gelmiştir. Evet, onarılamayacak yapıları yıkıp yeniden yapalım, tarihi olanları ise bu alandaki kurul ve uzmanların, ekiplerin birikimi ile onaralım ve tarihe yeniden kazandıralım. Depreme karşı dayanıksız konutları, yapıları, okulları, hastaneleri ivedilikle ele alalım. Buna kim karşı çıkar ki! Ama bütün bu ihtiyaç duyulan yeniden yapılanmaları ne şekilde, kimlerle, hangi kaynaklarla yapacağımızın önemi kritiktir.

Kentsel dönüşüm ve Emek Sineması

Bugün gecekondu alanlarının, Tarlabaşı, Fener-Balat ve Tarihi Yarımada'daki yerlerin kentsel dönüşüm ile yıkılmasının gündeme geliş biçimi ve uygulanması hepimizi tedirgin edecek kadar anti demokratik bir sürecin eseridirler. Kentsel dönüşümün Türkiye'deki neoliberal kentleşme pratiğinin bir aracı olarak artık tarihi sinema salonlarını da yıkmayı hedefleyecek kadar genişlemesi uykularımızı kaçırmaktadır.

Bu sınır tanımaz, tarih tanımaz, insanın yaşamını tanımaz kent politikaları iki kez uykumuzu kaçırmaktadır. Birincisi bize ne zaman sıra gelecektir? İkincisi, toplumsal inisiyatifi, varlığı içeren; halkın yaşam alanlarının yıkılmasına karşı duran; yanı sıra daha ileri talepleri gündeme getiren toplumsal hak temelli muhalefet ne zaman, nasıl oluşacaktır?

Bugün geldiğimiz aşama, derdimizi, gördüğümüzü, anladığımızı yanımızdakine, komşumuza anlatmanın, dile getirmenin zorluklarını da göstermektedir. Emek sinemasının yıkımı ile gecekonduların-evlerin yıkımı arasında bir fark oluşmuştur ve bu hem nesnel açıdan hem de öznel koşullar açısından karşılığı olan bir farktır. Evi yıkılanın bu kentteki yaşamını sürdürme olanakları da yıkılmaktadır. Eğitim, sağlık, kent hizmetleri ve kültür-sanata erişme olanakları da yitip gitmektedir. Yani onların hayatında kocaman bir boşluk oluşmaktadır. Bu kentte onlara hala yer olduğunu düşünmek büyük bir hayaldir. Kimse onlardan hayata yeniden "başlamış" gibi yapmalarını isteyemez. Ne yazık ki onların kaybını en iyi değerlendirenler, yıkımlarla zenginleşmeyi amaçlayan, daha fazla konut satmayı amaçlayan yatırımcılardır. Bu politikaya yol veren-şekil veren yönetimlerdir. Oysa kaybedenlerin yan yana durabildiği; kayıplarını ortaklaştırdığı zeminlerin çoğalması gerekiyor. Emek sinemasının yıkımından ızdırap duyanlar ile evini kaybedenlerin ızdırabını aynı kefeye koymanın yanlışına düşmeden, ama bu "kaybetmenin" kaybedenleri olarak yan yana duruşların çoğalttığı-büyüttüğü bir siyasetin yokluğu dahi; kaybımızı katmerleştirmektedir.

Kimin kaybı  daha çok?

Farklı toplumsal kesimlerin dayanışmasını  başlatmak açısından, kayıplarımızın büyüklüğünü tartmaya başlamadan önce, bütün "kaybetme" biçimlerini yaratan mantığı sorgulamak gerekiyor. Yani yukarıdaki soru yanlış bir sorudur.

Bir sinemanın yıkılışına engel olabiliriz. Özellikle de Emek Sineması gibi mimari ve tarihsel önemi olan bir sinemanın yıkımına engel olmak, sadece İstanbullular için değil, Türkiye sinema salonları açısından da bir kazanım olur. Ama asıl kazanım, yıkımı durdurmanın ötesine geçerek; bu sinemanın kullanımı ve işletilme sürecine yönelik yeni bir toplumsal yaklaşımı geliştirebilmenin becerisini ve talebini oluşturmaktır. Yani bu sinemanın geri kazanılması, evleri yıkılan gecekonducular için de bir sonuç doğurmalı. Sinema, sadece kentin orta sınıfına veya her şeye rağmen koşullarını zorlayarak sinemaya gidenler için var olmamalıdır. Kısacası sinema sadece bir işletme olarak görülmeden, daha geniş toplumsal kesimlere de yer açmalıdır. Bir sinema biletinin fiyatı, bizleri sanattan alıkoyacak bir "gerekçe" olmaktan çıkarılmalıdır. Bu öneri bu haliyle popülist bir çağrışım yapıyor olabilir. Yapsın. Kapitalizmde hangi alan olursa olsun, "kaynaklar herkese" demek her durumda popülizm sayılacaktır. Bu kadar eşitsizlik içinde önereceğimiz her talep "popülist" olmaktan kurtulamayacaktır.

Tabii sanata dair talepler bize kalmamalıydı. Ama sinema müthiş bir rekabetin insafında yol almaktadır. Gişe rekoru kırmak için rekabet eden endüstriyel sinemamızın yönetmenlerine, oyuncularına bir bakalım. Kaç tanesi sinema koşullarının herkes açısından iyileştirilmesini, kullanılmasını; geleceğinin güvence altına alınması için parmağını oynatmaktadır? Endüstriyel sinemanın görünmeyen emekçileri, güvencesiz ve aşırı çalışma koşulları için destek arıyorlar. Kaç tanesi buna destek verdi, bu durumu bir sorun olarak gördü? Bütün bunlar da muhalif sinema emekçilerine kalmaktadır. Sinema salonlarının alışveriş merkezlerinin içine çekilmesinin başka bir tür sanat ortamını dayatmak olduğunu görüyoruz. Çok yönlü bir tüketim ortamını hayatın her alanına yaymak, bir tüketim sorunu değildir. Alışveriş merkezleri, belirsiz bir gelecek tasavvurunun simgesel mekânlarıdırlar. İnsanın insanla kurduğu yada doğayla olan ilişkisinin aşırı biçimlendirilmiş gövdeleridirler. Birbirinin kopyası biçiminde seri olarak üretilmeleri onları tez elden köhneyecek yerler yapacağı halde bu alanlara ısrarla yatırım yapmanın mantığı ne ola ki?

Bu kentin emekçileri, sanatçıları, gecekonducuları, öğretmenleri, doktorları kaybetmektedir! Bazıları işini, bazıları ise evini, okulunu, hastanesini kaybetmektedir. Önceleri daha çok işimizi kaybederdik. İş isterdik. Ama artık yapıp ettiklerimizi; bizim olanı; bu topluma ait olanları kaybediyoruz. Tekrar tekrar söyleyelim. Yeni kar arayışları ve özelleştirme hepimize ait olanları kendi sınırlarına dahil etmek için ısrar ediyor. Ve bizler birden aş-iş derken kendimizi "okuluma dokunma"; "hastaneme dokunma"; "sinemama dokunma" derken buluyoruz. Her birimiz kaybetmeye farklı yerlerden başladık. Farklı düzeylerde kaybettik. Dolayısıyla sadece kaybetmemek için bir araya gelmek de yetmiyor. İhtiyaçlarımızı, taleplerimizi ortaklaştırmak için; eşitsizliğe hayır demek için bir araya gelmek gerekiyor.

Yrd. Doç. Dr.  Besime Şen / MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü