11 Eylül saldırıları sonucu yıkılan Dünya Ticaret Merkezi Kuleleri’nin bulunduğu ve Sıfır Noktası (Ground Zero) olarak bilinen alanda inşa edilecek 3 yeni gökdelenin projeleri kamuoyuna açıklandı. The New York Times’dan Nicolai Ouroussoff, bu kulelerin; “politik fırsatçılık, kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlıklar ve ticari hırslar tarafından yönetilen alelade bir planlama sürecinden beklenenin üstünde yapılar olduğunu” belirtiyor.
Ancak, arazinin unutulması güç tarihçesinin bir hayalgücü sıçraması gerektirdiği inancına sıkı sıkıya tutunanlar için yeni kuleler, saldırıların üstünden çok geçmeden aynı yerde yeniden inşa etme yönündeki fikir birliğinden bugüne dek beklentilerin ne kadar azaldığının da birer kanıtı.
Norman Foster, Richard Rogers ve Fumihiko Maki tarafından tasarlanan bu masif kuleler, bu üç önde gelen mimarın rekabetini yansıtıyor. Ancak bu mimarların her biri daha fazlasını yapma kabiliyetine sahipler. Örneğin Norman Foster, 1920’lerde yapılmış mevcut bir binanın üstüne inşa ettiği Manhattan’daki Hearst Tower binası ile bunu ispatlamıştı.
Mimari değeri bir yana, ‘sıfır noktası’ master planınının en etkili yönü, kentin duyarlılıklarının yüzeye çıktığı; David Child tarafından zırhlandırılan ‘Özgürlük Kulesi’ndeki (Freedom Tower) paranoya veya Santiago Calatrava’nın meydan okuyan görkemli bağlantı istasyonu gibi yapılar içermesiydi. Kıyaslanırsa, üç yeni yapının ‘unutuşla’ ilgili olduğunu söylemek mümkün. Tutucu ve soğuk olan bu binaların, tarih karşısında kendini geri planda tutmaya çalışan, tamamen ticarileşmiş Berlin’deki Postdamer Platz veya Paris’in hemen dışında ofis kulelerinin yer aldığı bir bölge olan La Défense gibi örneklerini herhangi bir Batı başkentinde de hayal edilebiliriz.
Foster, master plan yarışmasına dört sene önce sunduğu projeyle, oluşan toplumsal travmayla yüzleşmeye çalışmıştı. Birbiriyle öpüşecekmiş gibi, yükseldikçe birbirine yaklaşıp uzaklaşan ikiz kule önerisiyle eski kulelerin aurasını yakalamıştı ancak bu plan reddedilmişti.
Foster bu kez arazinin kuzeydoğu köşesinde, ticaret ve alışveriş işlevlerinin birarada yer alacağı tek bir kuleyle sınırlandırıldı. Ortaya daha hacimli bir bina çıktı. Bu bina, yaklaşık 380 metrelik yüksekliği, çizimlerde genellikle gösterilmeyen 25 metrelik anteni ve tabanından herhangi bir geri çekme olmaksızın yükselmesiyle Özgürlük Kulesi’nden sonra kentin en yüksek ikinci yapısı olacak. Cephelerine atılmış dikey kertikler sayesinde derin gölgeler atan kulenin tepesi, anma havuzlarına doğru bakacak şekilde keskin bir köşegenle dilimlenmiş. Strüktüre yarı mistik bir hava katılmaya çalışılmış olduğu düşünülse de bu ucuza kaçan bir hareket.
Foster’ın kesik kulelerindeki sembolizm, Libeskind’in, 5 yıl önce uçakların ikiz kulelere çarptığı andaki güneşin konumundan esinlenerek tasarladığı ‘Wedge of Light Plaza’yı çağrıştırıyor. Bu üç mimar da şeffaf kulelerini, artık kullanılmaktan sünmüş bir klişe olan ‘demokratik toplumun açıklığı’na dayandırıyor. Ancak şeffaflık sadece ‘açıklık‘ anlamına gelmiyor. Röntgencilik, teşhircilik ve sıfır noktasına ‘özgürlük’ten daha uygun düşen ‘gözetim’le de ilgili.
Rogers ve Maki’nin binaları ise mimari olarak daha inandırıcı. Foster’in binasının güneyinde yer alan Rogers’ın tasarladığı bina, şeffaf bir taban üzerine oturan ve masif çelik çaprazlardan gücünü alan bir strüktüre sahip. Kulenin cepheleri, gökte kaybolduğu hissini vermek üzere kullanılan bilindik bir hileye başvurularak, kulenin tepesini aşan yükseklikte tasarlanmış.
Üç binanın en seçkini olan Maki’nin binası, aynı zamanda en aldıtıcı sadeliğe sahip olanı. Yükselirken prizmatik formu bir kareden trapezoide dönüşüyor ve geometrik sadelik hissi veren formuyla yıkılan ikiz kulelerin ruhunu yakalamaya yaklaşıyor.
Yükseklik olarak farklılık gösteren bu masif kuleler, yoğun Wall Street’in kanyonunu “Anıt arazisi”ne doğru genişleten bir etki yaratıyor. Rogers ve Maki’nin birbirilerine yaklaşık 15 metre kadar yaklaşan binaları ufukta ilginç bir görsel oyun yaratabilir.
Asıl büyük problem ise aşağıda, cadde seviyesinde. Kent yönetimi, Cortlandt Caddesi’ni Port Authority’nin cam çatıyla kapatma önerisi karşısında kazandığı zaferle, açıkhava yürüyüş güzergahı olarak düzenlemeye karar verdi. Kuzeyde Rogers’ın güneyde de Maki’nin binalarıyla sınırlanacak olan bu yürüyüş yolu, Anıt alanına dramatik bir görsel yaklaşım oluşturacak.
Ancak bu zafer karşılığında Port Authority, binalara mümkün olduğu kadar çok ticari alan yerleştirilmesini şart koştu. Bu durumda binaların alt katlarında dikey alışveriş merkezleri öngörüldü.
Üç binanın aynı planlamanın parçası olduğunu gösteren etken ise Calatrava’nın bağlantı istasyonu. Rogers ve Foster’ın binaları arasında yer alan yapıda Calatrava, merkezi alanın sadeliğini korumak için ısıtma ve havalandırma sistemlerini komşu yapılara entegre ederek bu yapıların hacimlerinin genişlemesine neden oldu. Calatrava’nın istasyonu, New Jersey yönüne giden ve anıt arazisinin altından geçen metro hattına hizmet edecek. Bu yapıdaki tek risk, Calatrava’nın Milwaukee Sanat Müzesi’nde inşa ettiği “ben burdayım” diyen görkemli lobiye benziyor olması.
3 kulenin de mevcut biçimleriyle inşa edilip edilmeyeceği ise merak konusu. Polis Merkezi’nin güvenlik kurallarını artırması ve örneğin cadde seviyesindeki cam cephelerin bolluğunu kısıtlaması neredeyse kaçınılmaz.
Ama en azından, bütün eksiklerine rağmen “sıfır noktası”ndaki diyaloğu artırmaya dönük gerçek bir mimari kompozisyonun ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Cevabı merak edilen soru, olumsuz politikaların “sıfır noktası” planlamasıyla ilgili tasarımların erdemini kemirmeye devam edip etmeyeceği.