Sayfiye evi gibi bir kavramın dünya
üzerinde İzmir kadar önemsendiği başka yer var mıdır
bilmiyorum. İzmirliler, sırf sayfiye evlerinden işlerine kolay gelip
gidebilsinler diye bir ucu çıkmaz sokak olan koskoca bir otoban bile inşa
edildi. Okullar kapandıktan sonra İzmir’de sokaklar, yollar, her zaman hıncahınç
dolu olan alış veriş merkezleri boşalır; kente bir sakinlik, durağanlık çöker.
Sabah ve akşam işe geliş çıkış saatlerinde sadece Çeşme
Otobanı’nda trafik sıkışır. Çalışanlar ve sayfiye evi olmayanlar için
yaz aylarında İzmir’in o meşhur sıcağında kentte kalıyor olmak bir eziyetse,
boşalan yollarda işe gidip gelmenin rahatlığı bir mutluluktur.
Ancak sayfiye evi anlayışında uzun bir süredir farklılık yaşanıyor.
Çeşme’de, Foça’da,
Karaburun’da hatta Aliağa’da inşa edilmiş en
eski sayfiye evlerine bakıldığında, evlerin mimarisinde bir estetik kaygı,
insanların mutluluğunun hedeflendiği özellikler görürsünüz. Bir sayfiye evinde
yaşamanın gerektirdiği özelliklerdir bunlar; ufak da olsa bir bahçe örneğin ya
da deniz manzarası, serinlik, etrafın açık olmasıyla gelen bir esinti, sakinlik,
gürültüsüz bir çevre, temiz hava, temiz deniz gibi. Uzun bir süredir sayfiye
kentlerinde bu tür özellikler bulunmuyor artık. Bir apartman dairesinde
yaşamanın kentte olmaktan ne farkı olabilir? Birbirinin içine geçmiş yüksek
apartmanların oluşturduğu bir sayfiye yeri, insana ne kadar huzur ve mutluluk
verebilir?
Bu tür tatil beldelerinde son 30-40 yılda meydana gelen büyük değişim Türk
toplumunun inanılmaz aç gözlülüğünü, doyumsuzluğunu ve tüketim hırsını
belgeliyor sanki. Sonu gelmeyen bir sahip olma hırsının insani yanımızda yol
açtığı bozulma, tatil anlayışında da kendini gösteriyor. Hemen her yerde aynı
yoğun yapılaşmanın yarattığı bir çirkinlik göze çarpıyor; bu çirkinlik, hem
kentin hem de insanın dokusunda gözleniyor. Doğal güzelliğiyle, verimliliğiyle
uygarlıkların birbiri ardına parladığı ülkemizin kıyıları, tarihin hiçbir
döneminde son 50 yılda olduğu kadar yağma edilip bozulmamıştır. Binlerce yıldır
insanoğlunun kültürel eserleriyle doğayı süsledikleri bu yerler, şimdi gözü
dönmüş bir kazanç ve bencil bir yeni tatil anlayışının bozgunculuğu altında tüm
güzelliklerini ve değerlerini yitiriyorlar.
Artık tatil yaparken kimse yanında yaşayanların haklarını önemsemiyor.
Gürültülü, bağırış çağırışlı bir eğlence anlayışı, huzurlu gecelerin yerini
aldı. Konu komşularla aynı masada uzun sohbetler eşliğinde yenen yemek yerine,
apartman dairesinin balkonunda komşuları boğana kadar mangal yakılıyor.
Diskolardan, gazinolardan yükselen müzik, gece uykusu bırakmıyor. Deniz yerine
karşı balkonda burnunuzun dibinde oturan insanlara bakıyorsunuz. Sıkışık
yapılaşma esintiye izin vermiyor; yamaçtaki ormanların yerine yeni siteler
yapılıyor. İnsanlar biraz nefes alabilmek için tatil beldelerindeki evlerinden
deniz kıyısına hücum ediyorlar. Böyle bir acıklı durum söz konusu.
Çirkin değişim
Bu çirkin değişimin yaşandığı tatil beldelerinin en çarpıcı örneklerinden
biri Kuşadası diğeri Dikili’dir. İlk önce denizin kıyısına yüksek ve ara
vermeksizin sıkışık apartmanlar inşa edildi. Şu aralar bu apartmanların arkasına
ikinci sıra yapılıyor. Dikili’nin 30-40 yıl öncesini bilenler bu olanlar
karşısında acı duyuyorlar. Yollar artık karşılıklı arabaların park edilmesiyle
geçilmez halde. Altyapı yakın zamanda yetersiz kalacak. Gürültü, burada
yaşamanın ayrılmaz bir parçası. Düğün, gazino ve diskolardan yayılan yüksek
müzik hayatı çekilmez kılıyor. Motosikletler sabaha kadar geceyi yırtarcasına
dolaşıyorlar caddede. Yeni yapılan inşaatların yarattığı kirlilik insanları
canından bezdiriyor. Bozulma, artık geri dönüşü olmayan bir yolda. Güzel olan
şeyler sadece anılarda kaldı.
Sırada başka kıyı beldeleri var. Ranttan sağlanan kazanç, koruma denilen
mevhumu ortadan kaldırdı. Birçok yer için artık çok geç. Geriye kalanları kim
koruyacak?