Topkapı Sarayı’nın nasıl bir kültür mirası olduğunu tartışmak için şöyle birşey söylenebilir: “Eşsiz bir saray iken sıradan bir müzeye dönüştürülmüş bir kültür mirası...” Sanki orada burada bulunan eski eserler, kıymetli eşyalar işlevsiz kalan saraya bir fonksiyon vermek amacıyla yan yana dizilmiş. “Bu durum birçok tarihi yapının başına geliyor, ne var bunda?” diyebilirsiniz. Ancak yeni yapılan inşaatları, düzenlemeleri gördüğünüzde bu durumun sarayın kendisi için de bir sorun yaratmaya başladığını düşünüyorsunuz. Kültür mirasının korunması meselesi ile müzenin kurgulanma biçimi arasındaki çelişki, çarpıcı bir şekilde karşınıza çıkıyor. Sanki saray basit amaçların bir üretim alanı, bir sonucu olarak bir müze olarak düzenlenmiş. Objelerin mekânlara yerleştirilmesi yeterli görülmüş.
Bir tarafta sarayla pek ilişkisi bulunmayan yaklaşık bir asır öncesine tarihlenebilecek arabaları görüyorsunuz. Bunlar, su almasın diye olacak, metal doğramalarla kapatılmış ve içine girilmeyen bir revağın altına saklanmışlar. Onları görebilmek için kirli camlardan içeri bakmak ve ne olduklarını anlamak için epey bir çaba sarf etmek gerekiyor. Silah seksiyonuna geldiğinizde yan yana dizilmiş olan kılıçların üzerlerindeki isimlerden çok değerli olduklarını anlıyorsunuz. Yeniden “teşhir ve tanzim” çalışması yapılmış olan ve Başbakan tarafından açılışı yapılan Mukaddes Emanetler bölümünde ise işler büsbütün karışıyor: Bu yeni düzenleme, diğer bölümlerdeki eski “teşhir ve tanzim” amaçlı uygulamalar yanında çok daha naif kalıyor.
Saray görüntüyü kurtarmak adına ihya ediliyor
İçinde yer alınan mekânı yok sayan, dekore etmeyi amaçlayan bir düzenleme yapılmış. Güya yeni teknolojileri kullanan bildirişim ögelerinin tasarımı sarayla müze arasındaki kararsız ilişkiyi daha da belirgin bir şekilde ortaya koyuyor. Tamamen din bilgisi tarih yazımı ile ele alınmış, hiçbir yorumsal ifade içermeyen, adeta izleyicileri menkibelere ve anlatılara inanmaya zorlayan, içeriğini anonim bir tarih bilgisi gibi aktarmaya çalışan, günümüzün müzecilik anlayışının tamamen dışındaki bir bildirişim düzeniyle yüzyüze kalıyorsunuz. Yatırlardaki mermer mezar taşlarının yeşile boyanmasıyla kutsallığın ifade bulması gibi, burada da eserlerin sergilendiği vitrin camlarının rengi yegane “yaratıcı” uygulama. Oysa ki buradaki tarihi belgelerin dünyada bir eşi yok ve Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki bu özel bölüm, yalnızca Müslüman ziyaretçiler için değil, başkaları için de müzenin en çarpıcı bölümü.
Gerçekleştirilen tasarımlar, yenilenen ve mekâna eklenen mimari ögeler, örneğin Kuran okuma bölümü, kapılar, parapetler sanki bu mekânın özellikleri örtmek ve bizi gündelik hayata geri götürmek için özellikle ayarlanmış. Bu bölümden de anlaşılıyor ki, sarayın bu en ilgi çekici bölümleri -büyük olasılıkla yüksek düzeydeki yöneticilerin sürekli teftişinden geçtikleri için- ihmal edilmiş görüntüsünden kurtarılmak için bu biçimde ihya ediliyor. Bu çok özel bölümdeki yeni düzenleme sarayın geleceği hakkında küçük de olsa bir fikir veriyor. Gene sarayın en ilgi çekici yerlerden biri olan Hazine Dairesi de, içeriye tıkıştırılan kalabalıktan ne olduğu meçhul bir vaziyette. Girişten itibaren, bir yere doğru ulaşmaya çalışan bir topluluk içinde, kendinizi bir kuyruğun parçası olarak buluyorsunuz ve nerede olduğunuzu anlayamıyorsunuz. Gecekondu olarak inşa edilen restoran ise bulunduğu eşsiz lokasyonun rantını kullanmak amacıyla, sarayın en önemli bölümünü salkım saçak sarmalamış. Bu durum, resmi bir kurumun ticari bir işlev karşısında ne kadar zayıf kaldığını göstermek yanında önemli bir başka soruna daha işaret ediyor: Bu muazzam kompleksin bir yönetim planı yok. Bu koşullarda lütfedip sarayın mutfak ve köşklerini işgal etmediği için, bu restorana olsa olsa teşekkür etmek gerekiyor...
Buna karşılık sarayın surlarına yakın bir yerde konumlanmış olan eski hastane ve matbaa binalarının etkinlik temelli müze alanları, restoran, kütüphane gibi bölümleri oluşturması ve sarayın üzerindeki bu tür işlevlerin baskısını kaldırması düşünülmemiş. Bu bölümlerin taklit bina biçiminde inşa edilmeye çalışılması ise acıklı bir durum. Darphane gibi bölümler için öngörülen yeni işlevlere baktığınızda, bu özgün binaların da müzeye dönüştürülme eğiliminin ağır bastığını görüyorsunuz. Sarayın bir parçasını oluşturan bu yapıların içlerindeki çok önemli endüstri arkeolojisi örneklerinin, yakın tarihlerde hurdacıya satılmasının önüne geçmek nedense kimsenin aklına gelmemiş. Nasıl olsa depolarda sergilenecek daha çok eski malzeme var diye düşünülmüş olmalı. Bugünkü işlevlendirme biçiminin, geçmişte benzer yapılarda da gerçekleşmiş olma ihtimali tüylerinizi diken diken ediyor.
Son günlerde resmi toplantılar için ve ofis olarak kullanılmak üzere yeniden düzenlenen Alay Köşkü, saray ahırlarının bulunduğu bölümler, hatta sarayın bahçesi, Gülhane Parkı gene süslemeci bir mantıkla elden geçirilmiş. Hatta yapılan son düzenlemeler de yeterince beğenilmemiş olmalı ki, yeniden elden geçiriliyor. Bu düzenlemeler de tamamlandığında sarayın kendi kurgusundan, belgesel özelliklerinden geriye bir şey kalmayacak. Bütün bunlar, binalar, bahçeler, eşyalar, her açıdan saray ile müzeleştirme işlevleri arasındaki ilişkisizliği kanıtlıyor.
Sarayın bir yönetim planı yok
Bu oryantalist dönüşüm sarayın fiziksel varlığı kadar zihnimizdeki anlamını da sarsıyor. Saraya ulaşmak için kullandığımız ve Arkeoloji Müzesi’nin önünden geçen Osman Hamdi Bey Caddesi, geçtiğimiz günlerde orijinal taşları sökülerek süslü granitlerle kaplandı. Daha kapıdan başlayarak, görmeden geçemeyeceğiniz otomatik turnikeler, “Dösimm” gişeleri, çıkış kapısında asılmış “Bakan Bey’in hediyesi” taklit minyatürler, inşaat işleri ile karışmış kötü restorasyon örnekleriyle, karşınızda sizin hayal dünyanıza bile sığınmanıza izin vermeyen, düpedüz sinirlerinizi bozan bir devlet dairesi var.
Peki diyeceksiniz, koskoca saray, yapılar, bahçeler boş mu kalsaydı? Hiç olmazsa bir fonksiyon verilmiş, sarayı gezenler aynı zamanda koleksiyonlar hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Buna kimsenin itirazı olamaz. Sorun sarayın müze olarak kullanılmasında ya da burada büyük bir özveriyle çalışan uzmanlarda değil, devletin müzecilik anlayışında. Topkapı Sarayı bir saray mimarisinin günümüze ulaşan tek örneği. Bir kent gibi. Tek defada tasarlanmamış, farklı dönemlerde inşa edilmiş, ayrı yapı tipleri, üsluplarını barındıran eşi benzeri bulunmayan bir yerleşim alanı. Ama aynı zamanda, bu eşsiz sarayı korumayı, algılamayı değil, koleksiyonların sergileneceği bir müze olarak gören bir yaklaşımla tasarlanmış. “Topkapı Sarayı Müzesi” dediğimizde bu eşsiz bir belgeyi okumayı, değerlendirmeyi hedefleyen değil, kısa vadeli amaçlar için kullanmayı öngören bir yaklaşım önplana çıkıyor. Bu nedenle, Topkapı Sarayı’nın fiziksel varlığı hızla tarihselci bir tarzda dönüştürülürken önümüzdeki sürece artık farklı yöntemlerle müdahale etmek gerekiyor.