Bosna-Hersek’te, çoğu Osmanlı’dan kalma tarihi mirasın
“yaşatılarak korunması”nı sağlayan yerel ve merkezi kamu kurumlarını geçen
yazımda anlatmıştım... Ulusal meclisteki “koruma komitesi”nin de önceliği
savaşta yıkılan tarihi binalara vermesini “yüzüm kızararak” dinlediğimi
belirtmiştim. (Cumhuriyet-30 Eylül 2010)
Biliyorsunuz UNESCO, özellikle “savaş yıkımı” altındaki
tarihi kentleri Dünya Mirası listesinden çıkartıyor; “tehlikedeki miras”
listesine alıyor... İstanbul’un ise hiç savaş yaşamadığı halde aynı listeye
aktarılmak istenmesinin ne denli “hazin” olduğunu Saraybosna’da daha açık
görüyorsunuz...
Osmanlı uygarlığının tüm değerlerini sahiplenmeleri sadece imarda değil,
“yaşam”da da gözleniyor. O kadar ki paralarının adı bile “kayme” (KM)... 1 KM
yaklaşık 1 TL; bir bardak çay da 1 KM...
Kenti sarmalayan yamaçlardaki tüm yapılar 2 ya da 3 katlı ve sık ağaçlar
içine gizlenmişler... Yüksek binalar sadece kent merkezindeler... Yani,
Saraybosna’yı “TOKİ”vari dev beton kütleler değil, yeşille bütünleşen “insan
ölçeği”nde kent dokusu kuşatmış... “Şehircilik ve kent kültürü” açısından bizde
ne kadar yanlış varsa, belki de tümünün olmadığı bir kentle karşı karşıyayız...
‘McDonald’s’lar yok’
Mesela hiçbir kentimizin “hayır” diyemediği, dünyanın en ünlü “fast-food”
lokantaları için turizm broşüründe bakın ne yazıyor: “Saraybosna kebabını veya
diğer Bosna yemeklerini aşçılıklarda (küçük lokantalar) ve restoranlarda
deneyin; neden bu şehirde bir tane bile McDonald’s olmadığını anlayacaksınız.”
Evet, Balkanlar’ın tarihi başkentinde bir tane bile McDonald’s yok. Nedeni ise
yerel mutfağın “bilinç”le yaşatılması ve bu tür “sömürgeci yemekhane”lere asla
yüz verilmemesi. Siz hiç McDonald’s’ları böylesine reddeden bir turizm broşürünü
Türkiye’de yayımlayacak valilik ya da belediye düşünebiliyor musunuz?
“Darısı başımıza” diyerek broşüre göz atmayı sürdürüyorum: “Avrupa’nın güney
ve kuzeyinin, Batı ve Doğu Hıristiyanlığının, İslamın ve Yahudiliğin, ayrıca
Avrupa tarihinin büyük imparatorluklarının kültür ve dinleri burada buluşmuştur”
sözü o kadar doğru ki... Otelin penceresinden kente bakarken camilerle
kiliselerin ne denli yan yana ve “bakımlı” olduklarını görmek; 15 yıl önceki
faşist-şoven saldırılara rağmen ırkçılığın ve kültürel ayrımcılığın açıkça
reddedildiği bir ülkede olduğunuzu göstermeye yetiyor.
Kentteki “yeni” camilerin ise “eskileri taklit eden” tip projelerle değil,
her biri ayrı özende “modern mimarlık” örnekleri olarak “mimarlar” tarafından
tasarlanmaları da “çağdaş”lıklarının sözde değil “öz”de olduğunu kanıtlıyor.
Nitekim, Saraybosnalı Müslüman kızların ve kadınların başları açık,
“türban”lılar ise sadece kimi Türkiyeli öğrenciler...
‘Başçarşı’da kardeşlik
Saraybosna ile 31 yıldır kardeş şehir olan Bursa’dan belediye bürokratları,
Koruma Kurulu uzmanları ve Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcileriyle birlikte
“Başçarşı”da kenti yaşarken, 1912’den beri orada olan “boza”sıyla ünlü “Ramis”te
soluklandık... “Demleme Türk çayı” isteyenler için de kahveler var; ünlü
Saraybosna köftesini eşsiz lezzette sunan küçük lokantalar ise dolup dolup
boşalıyor...
Başçarşı’nın tüm işyerleri, binaları, her şeyi, “tarihi dokusuyla
yaşatılarak” korunuyor… Restore edilen sokakların taş döşemeleri bile neredeyse
200 yıllık. Ahşap kepenklere kadar geleneksel mimarinin tüm ayrıntılarını
izleyebildiğiniz gibi, tavla oynayabilir; nargile içebilir; kentin tüm
semtlerine buradan “tramvay”la gidebilirsiniz...
Saraybosna’daki tramvay sistemi de bizimkilerle kıyaslandığında yüzümüzü
kızartacak cinsten... 1884’te çalışmaya başlayan sistem, Balkanlar’daki ilk
tramvay şebekesi. Bugün kentin tüm semtleri ile tarihi merkezi 3 dakika arayla
geçen vagonlarıyla buluşturuyor.
... Ve Mostar'a doğru
Bosna-Hersek’in diğer ünlü kenti Mostar’a varmadan önce, “Poçitelj” köyünü
ziyaret ettik. Hemen tüm evleri, hanları, sokakları, camileri ve kahveleriyle
“aynen” ve “mükemmel bir restorasyon”la korunmakta olan, Bosna’daki “ilk kaleli
Osmanlı köyü”... Neretva Nehri Vadisi’ni süsleyen kale eteğindeki köy öylesine
ilgi çeken bir “turizm merkezi” olmuş ki Saraybosna’dan ve Dubrovnik’ten akın
akın turist geliyor. Otobüs şoförleri Mostar Havaalanı’nın sivil uçuşlara kapalı
olmasından memnun ama yolcular, ancak 3-4 saat süren yolculuklardan sonra köyü
görünce memnun oluyorlar…
Bir anlamda “müze şehir” gibi yaşatılan Poçitelj’den sonra Mostar’a
vardığımızda ise tarihi köprüye doğru giden sokaklarda yine o “kurşunlanmış
binalar”dan örneklere rastlıyoruz. Savaştan önce bu kentte uçak fabrikası bile
varmış. Kültürel kardeşliğin doruktaki örneği olarak da Abdülaziz’in 19. yy’da
yaptırdığı “kilise”yi gösteriyorlar. Köprüye doğru adeta bir “geleneksel el
sanatları çarşısı”na dönüşen sokağı geçtiğinizde, işte karşınızda 14. yy’ın
tanığı, iki ayağındaki kuleleriyle, 4 m. genişliğinde, 24 m. yüksekliğinde ve
Neretva nehrini 30 m’lik “tek” bir kemerle geçen Mostar Köprüsü...
Biliyorsunuz, köprüyü “bizimkiler” onardı ve sadece Bosna-Hersek’e değil, tüm
insanlığa armağan etmiş olduk. İçimden “nihayet yüzümün kızarmayacağı bir
yerdeyim” desem de köprünün “onarılmış” hali karşısında nasıl bir tanımlama
yapacağımı bilemedim. En iyisi şöyle özetlemek: Sırp saldırılarıyla yıkılmadan
önce bir “mimarlık şaheseri” olan Mostar Köprüsü’nün restore edilmiş hali bir
“mühendislik harikası” gibi görünüyor...