Santralistanbul

Bikaç yıl önce, bir arkadaşımla Silahtarağa Elektrik Santralı'nı gezdiğimde, İstanbul'a onca zaman onca elektrik vermiş santral ölüydü. Ölmeye yatmıştı.
Cesetti ve tam da değildi. Haliç'in kıyısında koskocaman uzanmış bir devvv gibiydi. En çok.
Dişleri dökülmüştü. Saçları yoluk yoluk. Kir pas içindeydi; toz ve toprak. Gözlerinin feri sönmüştü. Kapalıydı zaten gözleri.
Öyle yatıyordu kocaman. Devvv devvv.
Yere eğilip dinlediğinde, hâlâ nefes alıp verdiğini duyuyordun. Onca zaman bu kocaman şehre nefes vermiş, ışık vermiş dev, şimdi bi baştan bi başa can çekişiyordu.
Hâlâ ölmemiş olması şaşırtıcıydı. Güzelliği de. Bu kadar kocaman olduğu için mi; bu kadar masif, bu kadar geçmişli, bu kadar işe yaramış- hâlâ nasıl bu kadar güzel olabiliyordu, anlaşılır gibi değildi.
Aylardan çok soğuk bir aydı. Metallerine tırmanıp inerken üşütmüştüm. İçime işlemişti soğuğu. Dışardaki ayazı, metalle çarpıp üflüyordu.
E, ölmekte olan bir devi ziyaret etmek kolay değildi. Kolay olmamıştı. Beni merdivenlerinin müşkül dikliği, iniş çıkışlarının tehlikeliliği ve soğuğuyla tehdit etmişti. Madem o can çekişiyordu ve hâlâ yattığı yerden- kendini nasıl da ıspatlıyordu. Koca devvv seni!
Dün uzun uzun 'Modern ve Ötesi'ni gezince içinde; tam iyi mi oldum bilemiyorum; afalladım. Ruhen tökezledim, bir nevi.
Hem Türkiye'de mutlaka ölüme bırakılacak, muhakkak söküp atılacak 'teknolojiden bir anıt' mezarlanmadığı için, hayata döndürüldüğü için, hem de Türkiye Sanatı adına.
Giriş katında ressamlarımız, heykelcilerimiz var: ve ne kadar iyi olduklarını böyle bir hacimde görmek, fena duygulandırıcı geliyor insana. Bizim modernlerimizin nasıl evren çapında, nasıl göze göz moderne modern. Bu denli iyi olduklarını, yalnızca tam zamanında değil, zaman zaman ilerde olabildiklerini görmek filan-
Sonraki iki kat çok heyecanlandırıcı: Çağdaş Sanatçılarımız katları. Her müzede benim için BU böyle: Çağdaşlar kadar heyecanlandırması kimselerin, artık beni mümkünat dahilinde değil.
Bir de kanıksadığım, önyargıladığım, kavanozlayıp kaldırdığım kimi isimlerin ne denli mühim ve çarpıcı olduğunu diyelim, gönül ve gündüz gözüyle görünce-
'Mahçup' oldum diyelim. Sırf onları o zamanlarda yapmış olmaları mühim değilmiş; hâlâ ve halen de çok mühim işler her biri ve sinir+kalp düğmelerimize bire bir bağlılar. Taze ve yaşıyor işlerin tamama yakını yani- Santral gibi.
Tamam sanat çok mühim: Sanat çok açıklayıcı. Açığa çıkarıcı. Bıçaklayıcı.
Kürt Meselesi üstüne 2000 sayfadan çok daha etkileyici 1 Halil Altındere, Şener Özmen, Ahmet Öğüt işi.
Ermeni meselesi üstüne oynatılan tüm o milyonbinsıfırlık kalemler Bienal'deki 1 Kutluğ Ataman, 1 Atom Egoyan işi denli kafa açıcı, gönül kopartıcı, dankk ettirici olamazlar.



Tamam çok güzel: memlekete sanat gelsin!
Ama pek tabii ki; Devlet bana deniz kenarındaki en güzel binasını versin, bi boya-badana, kilerimde birikmiş Fahrünnisa Zeid'leri pompalamakla, Sanat Âlemi'nin Sezen Cumhur Önal'ını küratörleyip içiboş mısralarını duvarlamakla DA olmuyor bu işler.
Yatırım lazım: Paraları akıtmak! Gençlere kapılarını ardına kadar açmak! Sansürün 'se' harfine müsamaha göstermemek. Sanatın kopartıcılığına alan temin etmek. Büyük bir maddi ve manevi alan. Üstelik.
Santralİstanbul'da 'farklı' olan bu: büyük bir alan, çok çimenli ağaçlı çok büyük bir Haliç kıyısı, öğrencilere, çocuklara sunuluyor bu 'projeyle'. Hizmetlerine. Açılıyor.
Kampüsün güzelliği, Silahtarağa'nın güzelliği, ne biçim Haliç akıyor önlerinden önlerinde, çimenlerde çocuklar eminim yüzümüzü kara çıkartmayıp bikaç (bin) rezalet de çıkartacaklardır, orda sanatçı atölyeleri de olacak, öğrenciler okuyacaklar ve hatta derslerine BİLE çalışacaklar-
Acayip gönendirici bi iş.
Gönendik yani memleket adına. Sanatımız adına. Sanatımızın volümü adına. Çok çok etkilendik.
Sergiden çıktığın anda, hemen yanıbaşında; a! ışıklı yürüyen merdivenler yapmışlar. Benim "Ulan ayağım tökezleyecek, bu metal yığınına olacak ölümüm" dediğim tehlikeli iniş çıkış geçişleri Devvv'in içindeki, bırakacak halleri yok. Pek tabiidir ki.
Ama niye tam da o kısım diyelim, camla kaplanmaz, dışardan o Metal Bora: Ölmemeyi Beceren Satirik Dev tavizsiz direnciyle görülsün diye-
Ve neden SERGİ olacak bir yer, MÜZE olacak bir yer içinden pötikareler geçen camlarla kaplanır, duvarlara ennn ihtiyaç varken kaprisli bir duvarsızlıkla bırakılır ve bir seranın aldığı oranda doğal ışık alması sağlanır: İçerde kabak yetiştirilmeyecek zira ve bir tablonun üstünde 3-5 ayrı çeşit (kareli, çizgili, büzgülü) kontroldışı çeşit gölge olması, oynaması bir müze için hayırlı değildir. İstenen değildir, beklenen değildir.
SUNİ IŞIKLA bir 'uniformity', resme yüzde yüz hakkını veren ışık yaratılır yani. O nedenle de dünyada hiçbir müze yapanın aklına gelmeyen, bu 'yapı fuarcı' 'fikir' 1 Türk Marka Mimarı'nın aklına düşebiliyor diyelim.
Ve fakat mimarlığımızın vahim kare mühim hataları, Santralİstanbul'un önemini azaltmıyor, yalnızca ekstra üzülmemize vesile oluyor.
Sergiden çıkınca gördüm zira: o ışıklı yürüyen merdivenlerle filan (yeni bir çift pırlanta bilezik) dalgasını geçiyordu Devvv. Ölmemeyi başarmıştı, kapılarını ve güzel arsalarını Haliçhaliç, çocuklara açmıştı!
Sırıtıyordu. Mutluydu.
Onun ölmemiş olması her birimiz için iyi haberdi. Sanat için de öyle. Bu toprak çocuklarında sanat'a dair çok iyi havadisler var.
Türk Marka Mimarların baş kurtarmayan eserlemeleri dahi, neşesini kaçıramamıştı.
Her şey yolundaydı yani. Yolunda.
Keyfi de yerindeydi devin. Acayipti.