Antalya Olimpos Antik Kenti ve çevresindeki çarpık gelişme, turizmde
mikro planlamanın ne kadar önemli olduğunu yüzümüze çarpan bir
örnek...
Türkiye’de koruma altındaki birçok bölge hem doğal hem de kültürel mirası
birlikte barındırıyor ve turistik çekicilik yaratıyor. Gelen turist sayısı
arttıkça da koruma altındaki bu alanlarda planlama daha büyük bir önem
kazanıyor. Antalya’da bulunan Olimpos Antik Kenti ve çevresindeki çarpık
gelişme, son yıllardaki durumuyla turizmde mikro planlamanın ne kadar önemli
olduğunu yüzümüze tokat gibi çarpan bir örnek. Tokat gibi, çünkü Olimpos plansız
gelişen turizmin açtığı yaralarla her geçen gün biraz daha ölüyor.
Olimpos Beydağları Sahil Milli Parkı, 1972 yılında kurulmuş ve koruma altına
alınmış aynı zamanda arkeolojik bir sit alanı. Olimpos Antik Kenti’yle iç içe
olan Yazır Köyü’nün portakal bahçelerinin turistler tarafından keşfedilmesi de
aynı tarihlere denk geliyor ve bu tarihten sonra köyde turizm faaliyetleri
başlıyor. Turizm gelişiyor gelişmesine ama önemli olan soru, nasıl geliştiği!
Doğal koruma alanı, milli park ve sit alanı içerisinde olan bir yerleşimde
yapılaşma kanunen yasak tabii ki... İşte tam bu noktada Yörük kültürünün önemli
bir parçası olan ve ağaç gölgelerinin altına kurulan çardaklar, turizmden
kazanılan dövizle yeni tanışan fakat yasal yaptırımlarla sıkışan köylünün
imdadına yetişiyor.
Yazın artan nüfus
Önce çardakların üzeri kapatılıyor, sonra yanına bir tane, bir tane daha...
Güzelim portakal bahçeleri birer birer çardaklara, ardından da “bungalow” olarak
adlandırılan yapı(cık)lara dönüşüyor. Önce 10-15 odalı küçük pansiyonlar, sonra
küçük bar işletmeleri derken yerleşim büyüyor. Bugün 500 yataklı işletmelerin,
ormanın tam ortasında kurulan ve sahip oldukları ses sistemleriyle hem kayaları
hem de bütün doğal hayatı yerinden hoplatan diskoların, yüzlerce kişiye aynı
anda hizmet verebilen iki katlı yemek alanlarının bulunduğu koca bir yerleşim
artık Olimpos. Yaz aylarında nüfusu binlerle ifade edilen, kanalizasyon sistemi,
sağlıklı bir elektrik ve su şebekesi, kısacası hiçbir altyapısı bulunmayan bir
yer. Bugünlerdeki görünümü neredeyse bir mülteci kampını andırıyor. Aynı zamanda
kaçak yapılaşmayla ilgili yıkım kararı, yıllar önce çıkmış fakat bir türlü
uygulanamayan bir yer! Köyün ve pansiyonların tam ortasından geçerek denize
dökülen derenin suları, işletmelerin atık çukurlarından toprağa sızan pis
sularla kirleniyor ve yazın bu suya giren insanların sağlığı açısından büyük bir
tehlike oluşturuyor. Bu ilginç yapılaşma biçiminin yarattığı tehlike bu kadarla
da sınırlı değil. Bölgede bulunan doğal zenginlik ve bitki örtüsü, her yaz çıkan
orman yangınlarıyla yok oluyor. Bu yangınların büyük bölümü insan kaynaklı ve
doğal yaşamla beraber hem kültürel mirası hem de insan hayatını tehlikeye
atıyor. Bölgede bulunan orman yangın ekibinin ve yardıma gelen helikopterlerin
günlerce söndüremediği yangınlardan, bütün doğal yaşamın, arkeolojik değerlerin
ve turistlerin bugüne kadar sağ çıkması başlı başına bir mucize.
Bölgedeki yaban hayatı çok zengin. Ayı, dağ keçisi, yaban domuzu, tilki,
çakal, kurt, sansar, çeşitli kuş ve balık türleriyle binlerce bitki türünün yanı
sıra endemik 21 tür bitkinin bulunuşu bunun en güzel örneği. Ünlü sini (Caretta
Caretta) kaplumbağaları ise insan nüfusunun artmasından bu yana yumurtalarını
bırakmaz olmuş sahile. Evet, gelmiyorlar artık Olimpos’a. Sadece tabelalarda
resimleri var, zamanında okunmamış, dikkate alınmamış uyarı yazıları var,
kendileri yok! Bölgede çöp toplama hizmeti ise son yıllarda Güney Antalya Turizm
Geliştirme ve Altyapı Birliği (GATAB) tarafından yaz aylarında sağlanıyor ama
sürekliliği olan bir sistem kurulmadan bu da yetersiz kalıyor. GATAB ayrıca son
yıllarda bölgede altyapı için haritalama çalışmaları yapmış. Antik kentin
girişinde bir görevli var fakat hem gündüz hem de gece kontrolü sağlamak
neredeyse imkansız. Tarihi eserlerin içi çöplerle ve boş içki şişeleriyle dolu.
Bu, antik kentte envanter işlemi ve topoğrafya çalışmaları yapan bilim insanları
için katlanılmaz bir durum.
Yazır köyünün yerli halkı, birkaç istisna dışında topraklarını satmamışlar.
Yani mülkiyet hâlâ yerli halkta. Bu bir avantaj çünkü dışarıdan gelen yabancı
yatırımcının iştahı kursağında kalmış. Fakat yerel halk, yeni yeni farkına
varıyor tehlikenin. İçinde bulundukları durumun bir geleceğinin olmadığının
farkındalar. Yarın ne olacak, ne zaman yıkacaklar işletmelerimizi kaygısıyla
yaşıyorlar ve çözüm arayışındalar. Yıllar içinde kalitesi düşen müşteri
profilinin de buna katkısı çok büyük. Eskiden Avustralya ve Yeni Zelandalı
turistlerin Çanakkale ve Kapadokya’dan sonra en gözde turistik bölgesiyken,
bugünlerde paradan fazla çöp bırakan kalitesiz müşterilerden şikayetçiler. Yasal
düzenlemelerin bir türlü sonuca ulaşmaması ve çocuklarına nasıl bir toprak
bırakacakları konusu, yerli halk üzerinde ciddi bir travma yaratmış durumda.
Yerel sorunlara merkeziyetçi anlayışla getirilen çözümlerin işe yaramadığına en
yakından tanıklık eden ve bu durumdan en çok zarar gören yine onlar. Son
zamanlarda bilim insanlarının önderliğinde toplanan yerel yönetim ve halk,
gerçekliğin farkında olarak ortak akıl arayışına yönelmişler. Çözümün bölgedeki
paydaşların ortak katılımıyla aranması umut verici. Yıllardır bölgede çalışan
bilim insanlarının antik kentte yürüttüğü belgeleme çalışmalarının yanı sıra
geçen yıl başlanan alan yönetimi ve kültürel miras eğitimleri uzun vadede sonuç
verecek gibi.
Fakat, tüm bu çabaların biyosfer rezervi yaklaşımıyla bir araya getirilmesi
sürdürülebilirlik açısından bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Daha önceki
yazılarda da vurgulandığı üzere kırsal/kültürel miras alanlarındaki küçük turizm
bölgeleri bir an önce UNESCO’nun biyosfer rezervi yaklaşımıyla yeniden ele
alınmalı ve yerel paydaşların katılımıyla ulusal stratejik mikro turizm
planlaması yapılmalıdır.
Barış SEYHAN - Murat EMEKSİZ, Anadolu
Üniversitesi