Ardahan’daki Posof Yaban Hayatı Geliştirme Sahası, turizm amaçlı da
kullanılabilir.
Günümüzde Türkiye'de korunan alan yönetiminde ciddi sorunlar
yaşanıyor: Bu sorunlardan ilki söz konusu alanların belirlenme süreci. Bu
alanların biyosfer rezervi yaklaşımıyla yeniden belirlenmesi gerekiyor. Diğer
önemli sorun ise korunan alanların planlanması sürecinde yöre halkının görmezden
gelinmesi.
Biyolojik çeşitliliğin korunması ve yaşatılmasında
korunan alanlar çok önemli rol oynar. Su, gıda, hava, sağlık gibi yaşamsal
unsurların devamlılığının sağlanması açısından korunan alanların gerekliliği
tartışılamaz. Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN), korunan alan
tanımını “İlişkili ekosistem hizmetleri ve kültürel değerlerle birlikte doğanın
uzun dönemli korunmasını sağlayan, yasal veya diğer etkin araçlarca tanınmış,
adanmış ve yönetilen, açıkça tanımlanmış bir coğrafi alan” olarak yapıyor.
Ülkemizde tüm sit alanları da dahil farklı kurumlarca ilan edilmiş 19 farklı
koruma statüsünde 11 binin üzerinde korunan alan var. Statülerin çokluğuna
rağmen bu alanların etkin bir şekilde korunduğunu ve yönetildiğini söyleyemeyiz.
Pek çok alan, sahip olduğu “milli park, özel çevre koruma bölgesi” gibi
statülerine rağmen epey tehditle karşı karşıya. Bu alanlar içerisinde nispeten
en iyi korunabilenleri, Kara Avcılığı Kanunu’na dayanarak ilan
edilen Yaban Hayatı Geliştirme Sahaları. Bunlar bile son
yıllarda hızla artan hidroelektrik santralleri (HES),
barajlar ve madencilik faaliyetleri gibi rant
kaygısıyla olduğu apaçık sözde yatırımlar karşısında bir bir tahrip ediliyor.
Sınırlı kapasitesiyle bu alanları korumakla yükümlü Doğa Koruma ve Milli
Parklar Genel Müdürlüğü gibi devlet kurumları, sözde yatırımcılara
karşı doğal mirasımızın yasal savunuculuğunu güç bela yapabiliyor.
Günümüzde Türkiye’de korunan alan yönetiminde ciddi sorunlar yaşanıyor:
Bu sorunlardan ilki söz konusu alanların belirlenme süreci. Bu alanların
biyosfer rezervi yaklaşımıyla yeniden belirlenmesi gerekiyor. Diğer önemli sorun
ise korunan alanların planlanması sürecinde yöre halkının görmezden gelinmesi.
Alanların planlama sürecinde sadece koruma işlevi önplanda tutuluyor. Çoğu zaman
katılımcı planlama ve yönetim yaklaşımı gözardı edilerek bölgenin koşulları,
yöre halkının yaşam geleneği ve mülkiyet durumu gibi mahalli koşullar dikkate
alınmıyor. Yöre halkının fikirlerine, ihtiyaçlarına ve taleplerine cevap
vermeyen, bölge ve ülke koşullarından uzak merkeziyetçi planlar hazırlanıp
uygulamaya konuluyor. Bu yaklaşımla korunan alan çevresinde yaşayan halk ve
korunan alanlar arasında çatışmalar kaçınılmaz olur. Yaklaşım son yıllarda
değişmeye başlasa da yeni yönetim planları yapılan korunan alanlarda daha
katedecek uzun bir yol var. Kaldı ki tek biyosfer rezervimiz olan Camili
Biyosfer Rezervi bile HES gibi faaliyetlerin tehdidi
altında.
1992 Rio Konferansı ile gündemimize giren
sürdürülebilir gelişme kavramı, tüm sektörlerin kendi işkollarında
sürdürülebilir faaliyetlerini gerçekleştirmesi gereğinin altını çiziyor. Bu
süreçle birlikte doğaya ve çevreye zarar vermeyen teknoloji, ekonomik büyüme ve
gelişme arayışları, baskı gruplarının eylemleri sayesinde kamuoyu duyarlılığı
artırıldı. Aynı duyarlılık turizmde de gerçekleşerek yaygın olan kitle
turizminin yerini alabilecek arayışlar başladı. Sürdürülebilir
turizm, gelişimi ekolojik olarak sürdürülebilir, etik ve sosyal açıdan
adil olduğu kadar ekonomik açıdan uygulanabilir olmalı. Böylece sürdürülebilir
turizm doğal, kültürel ve sosyal çevreyi birleştirir. Bu nedenle pek çok
turistik bölgeyle özdeşleşen kırılgan doğal dengelere, özellikle doğal açıdan
hassas alanlara saygılıdır.
Ekoloji ve
ekonomi
Sürdürülebilir gelişme yaklaşımının doğa koruma
alanındaki karşılığı olan biyosfer rezervi kavramı “biyolojik çeşitliliğin
korunması, ekonomik kalkınma ve kültürel değerlerin devamlılığı arasındaki
çatışmaların sürdürülebilir bir şekilde çözülmesine dönük temel bir yaklaşım”
olarak 1970’ten bu yana gelişerek, korunan alanların
planlanması ve yönetilmesinde örnek bir uygulama kabul ediliyor ve
yaygınlaşıyor. UNESCO MAB (İnsan ve Biyoküre) ProgramıDünya Biyosfer Rezervleri Ağı ile hem doğa koruma hem de
sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmek için model bölgeler oluşturulmasını
teşvik ediyor. Biyosfer rezervleri kavramı esas olarak ekoloji ile ekonomi,
sosyoloji ve siyaset arasında bağlantı kurulmasını içerir ve insanları biyolojik
çeşitliliğin korunmasına katılmaya teşvik eder. Öncelik doğal alanın
korunmasında olmakla birlikte, turizm pek çok biyosfer rezervinde önemli bir
ekonomik etkinliktir. Rezervler içerisindeki doğal ve kültürel kaynaklar
üzerinde çok fazla etkisi vardır. Eğer bu etki sürdürülebilir bir şekilde
yönetilirse turizm bu alanların ekonomik ve çevresel korunmasına faydalı
olabilecek bir potansiyele sahiptir.
Biyosfer rezervinin amacı, doğa
koruma ve doğal kaynak kullanımı arasında uzlaşmayı teşvik etmektir. Bir
biyosfer rezervi birbiriyle ilişkili üç farklı bölümden meydana gelir: Mutlak
koruma bölgesi, tampon bölge ve geçiş /gelişme bölgesi. Mutlak koruma bölgesinde
bilimsel araştırmalar, izleme çalışmaları ve zorunlu haller dışındaki insan
faaliyetlerine izin verilmez. Burada ekosistem doğal gelişimine bırakılır.
Mutlak koruma bölgesinin çevresinde sınırları açıkça belirlenmiş tampon bölge
yer alır. Bu bölgedeki faaliyetler doğa korumaya destek olmalı ve koruma
amaçlarıyla çelişmemelidir. Geçiş/gelişme bölgesi, mutlak koruma ve tampon
bölgelerinin dışarıya doğru uzantısı olup tarım, yerleşim gibi geleneksel ve
sürdürülebilir kullanım için ayrılır. Bugün dünyada 107 farklı ülkede toplam
551 biyosfer rezervi var.
Korunan bir alanın biyosfer
rezervi olması önemli bir değişimi de beraberinde getirir. Örneğin, bu alanın
planlanması ve bütün faaliyetlerin koordine edilmesi için yöre halkının, kamu
kurumlarının, akademisyenlerin ve STK’ların katılımıyla bir komitenin
oluşturulması gibi uygun yürütme mekanizmaların geliştirilmesi gerekiyor. Bu
vesileyle yerel nüfus ve topluluklarla korunan alan arasında ortak akıl ve fikir
birliği oluşturularak hayata geçirilmesi mümkün kılınabilir. Böyle bir yaklaşım
azim, sabır ve yaratıcılık gerektirir. Dış baskı grupları ve yöre halkının doğal
ve kültürel değerlere olan politik, ekonomik ve sosyal baskıları ancak bu yolla
azaltılabilir.
Türkiye’de korunan alanların yönetim planlarının
hazırlanma sürecinde, alanların koruma bölgelerinin belirlenmesi yaklaşımı
yaygın bir şekilde benimsenmeye başladı. Milli parklar ve diğer korunan alanlar
için yapılan zonlama/bölgeleme ile turizm faaliyetlerinin yapılacağı yerler
belirleniyor. Biyosfer rezervi alanı olmamasına karşın Posof Yaban
Hayatı Geliştirme Sahası, Küre Dağları Milli Parkı ve
Kızılırmak Deltası bu alanlardan birkaçı. Ancak bu alanların yerel
komiteler aracılığıyla yönetilmesi anlayışı birkaç alan dışında uygulama
bulamıyor. Bu araçlar etkin bir şekilde uygulamaya geçtiğinde, hem alanları
korumak hem de korunan alanların içinde veya çevresinde yaşayan halkın bu
alanlarla ilişkisini düzenleyerek sürdürülebilir bir geleceğin nasıl daha iyi
sağlanabileceği konusunda yol almış olacağız.
Eray ÇAĞLAYAN: Doğa
Derneği Murat EMEKSİZ: Anadolu Üniversitesi