“Açık Şehir: Birlikte Yaşamayı
Tasarlamak” temalı 2009 Rotterdam Mimarlık Bienali, 24
Eylül’de açıldı. Hollanda Bölgesel Kalkınma ve Planlama Bakanı, Rotterdam
Belediye Başkanı ve Rotterdam Mimarlık Bienali Küratörü, Zürih ETH Üniversitesi
Mimarlık Bölüm Başkanı (ve Avrupa Kültür Başkenti programının ana projesi olan
limanın dönüşüm projesini hazırlayan) Kees Christiaanse’nin yaptığı bir kent
manifestosu niteliğindeki konuşma ile gerçekleşen açılış, İstanbul 2010 için de
mütevazı ama “hedefi tam onikiden vuran” bir açılış partisi gibi!
Her santimi planlı ve düzenli; ulaşım, kültür mirasının korunması, çevre,
kamu hizmetleri, yoksulluk gibi sorunları bulunmayan; tarihi binaları, yeşil
alanları, sokakları, ve modern binaları müzeleri ile “pırıl pırıl” bir kent olan
Rotterdam’ın bu bienal ile dünyadaki kentleşme sorunlarına parmak basması ilk
bakışta şaşırtıcı gelebilir. 21. yüzyılın “Kentler Yüzyılı”
olduğunu, dünya nüfusunun kentlere yığılacağını söyleyen, daha şimdiden insan
seliyle dolmuş taşmış şehirlere, Sao Paolo, Mumbai, Moskova, Cakarta, Addis
Ababa, Kahire, Mexico City, İstanbul gibi kentlere uzanan, ulus-devletler ile
kentlerin siyasetinin nasıl ilişkilendiğine bakan Ricky
Burdett’in Venedik Bienali’ndeki 2006 kentler gösterisinden sonra,
Rotterdam Bienali küresel insanlık durumunun bu yeni veçhesiyle yüzleşmek için
önemli bir manifesto sunuyor, dünyaya!
Oysa bu etkinlik Rotterdam’ın görkemli geçmişine dönük şık ve turistik bir
gösteriye de pekala dönüşebilirdi. Zahmetsizce politikacıların, mimarlığa
yatırım yapan kentsel dönüşümcü sermayenin ve belki de nezih ortamlarda
görünmeye can atan profesyonel toplulukların gönlünü fethetmeyi
hedefleyebilirdi. O zaman her şey ne kadar kolay olurdu! Belki o zaman
Amsterdam-Rotterdam arasındaki trende Afrikalılar ve Asyalılar kendi dillerinde
bağıra çağıra konuşurken, sessizce bir kenara büzülen sarışın Hollandalı gençler
onlara kaşlarını çatarak bakışlar fırlatırdı. Hatta bununla da kalmayıp bizim
ada vapurunda geleneksel bir biçimde Rumları, son zamanlarda Arap turistleri
yalnızca anlayamadıkları konuşmaları nedeniyle paylayan seçkin burjuvalarımız
gibi kendilerini güven içinde hisseder, bir de üstelik “ben neymişim” diyerek
göğsünü kabarta kabarta dolaşırlardı!
Mimarlık ve kamu
İşin bir başka önemli boyutu Bienal’in uluslararası akademik bir ortak
çalışmanın ürünü olması. Hollanda Matra Programı, Rotterdam Belediyesi, Zürih
ETH Üniversitesi, Berlage Enstitüsü ve hatta İstanbul 2010 tarafından da
desteklenen Bienal’deki bir bölüm, doğrusunu söylemek gerekirse kendi başına bir
bienal kapsamı oluşturacak bir içerikle, göçle, yoksullukla, dışlanmayla ortaya
çıkan sorunlarla başetmenin, iyileştirmenin koşulları yanında İstanbul gibi
kentlerde soylulaştırmanın sonuçlarını irdeliyor.
Bienal yalnızca kentlerdeki dışlama, maddi ve simgesel şiddet, ayrımcı
ilişkiler, yoksulluk, göç sonrası ortaya çıkan korkunç insani duruma işaret
etmekle kalmıyor, çözümleri de gösteriyor. Örneğin sergilerde işgal altındaki
Filistin topraklarında inşa edilmiş olan İsrail askeri tesislerinin yersiz
yurtsuz kalmış halk tarafından nasıl yerleşim alanına dönüştürülebileceğini
inceleyen projelerden tutun Sao Paolo’daki kapalı cemaat mekânları ile
gecekondular arasındaki çarpıcı uçuruma değinilen analizlere kadar birçok proje
yer alıyor. Aynı zamanda durumu anlamaya çalışmanın da bir ifadesi olan “Slum
Upgrading Program” gibi STK’larla kamunun el ele vererek geliştirdiği projeler
de var. “Rikea” gibi IKEA ürünlerini geri kazanarak yaratılan mekânlardan,
atıklarla yapılan konutlara kadar birçok ilginç çözüm sergileniyor. Bunun
yanında postSovyetik dönemde Rusya’da bizdeki TOKİ/Kiptaş konutlarını andıran
toplu konut sitelerinin nasıl soylulaştırıldığını, bunların nasıl Ortaçağ’daki
kaleler gibi içe kapandığını da irdeliyor.
Arkasından siyah tabutlara benzeyen kutular içine yerleştirilmiş “ayrıksı”
mimari kentsel tasarım örneklerinin nasıl bir ürkütücü geleceğe işaret ettiği;
İstanbul gibi kentlerde hep bugüne kadar yalnızca “sorun” olarak görülen,
kaybedilmiş geçmişe dönük bir bakışla neredeyse suçlanan insanların kendi
sorunlarını dile getirdikleri video yerleştirmeleri; uzmanların yorumları, hatta
sermayeye hizmet veren mimarların kamusal sorumluluklarına nasıl geri
dönebilecekleri, yani nasıl “geri kazanılabilecekleri” ve alternatif projelere
olan ilgilerini kışkırtacak sorgulamaları da yer alıyor.
Kültür başkenti olmak
Sonuçta teknokratik yönetim hakikatleriyle simgesel bir şiddet üreten ve
seçkincileştirme aracı olarak işlev gören kamu uygulamalarının tartışıldığı bu
bölüm gerçekte tam da “Kültür Başkenti” olma iddiasının en billurlaştığı alan.
Çünkü mimarlığın fiziksel mekândan, kentlerin sosyal boyutunu da kapsayan
bütünsel bir kamusallık biçimine doğru dönüşümüne ışık tutuyor. Tam da bir AKB
programından beklendiği gibi...
Bienale bakıp İstanbul için ne söylemeli? 20. yüzyıldan kalan teknokratik
modelin bütün tasarlayıcı ideallerine karşılık kenti bir “Hurda Mekân”a
dönüştürmesi... Politikasızlık ve anlamsız yığın içinde tüketilen yaşam
enerjileri. Kenti inşa etmesi beklenen mimarlık gibi disiplinlere bu berbat
yığını parlatmaktan, başka bir deyişle kozmetikten başka bir işlev kalmaması...
Disipliner ayrımların dışında yeni bir mekân kavrayışının farklı coğrafyalarda
kentleşme ile ilgili yeni arayışlara, çözümlere tanıklık etmesi... Bu sorunlarla
başetmek durumunda olan küresel kentlerden biri olarak İstanbul’un da bir an
önce bu yeni bağlam içinde kendi konumunu teşhis edecek ve buna uygun
stratejilerini tetikleyecek bir oluşumu harekete geçirme zorunluluğu...
İstanbul 2010 Rotterdam’da ne söylemek, ne yapmak istediğini desteklediği bir
projeyle tutarlı bir biçimde ortaya koydu. “Nerede ortaya koydu, nasıl oldu da
biz görmedik” diyorsanız, üşenmeyin ve kalkıp gidin Rotterdam Mimarlık
Bienali’ne!