ABD Merkez Bankası Fed'in parasal çıkışa başlayacağı sinyali verdiği Mayıs ayından bu yana Türkiye, yeniden ekonomik modelindeki sıkıntıları tartışmaya başladı. WSJ Türkiye'den Kerim Karakaya'nın yazılı bir röportaj gerçekleştirdiği Princeton Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dani Rodrik; bir yandan olumlu dış konjonktür, diğer yandan Türkiye'nin yabancı ülkelerde iyi pazarlanması sayesinde Türkiye'nin ekonomisine dair bir efsane yaratıldığını savunarak, "AKP; Türkiye'de adeta yeni bir ekonomik popülizm getirdi. Eskiden popülizm devlet harcamaları ve para emisyonu ile yürütülürdü, sonucu da yüksek enflasyon olurdu. Şimdi özel sektörün borçlanmasını teşvik edici bir ortam sağlanıyor, sonucu da sürdürülemeyecek kadar geniş dış açıklar oluyor" yorumunu yaptı.
Dani Rodrik'in Kerim Karakaya'nın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Yine 11. Yılın sonunda ABD Merkez Bankası'nın parasal genişlemeden çıkması ile Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkeyi zor bir dönemin beklediğini savunanlar var. Türkiye, bir ödemeler dengesi sorunu yaşamadan bu dönemi atlatabilir mi? Nasıl?
Türkiye artık dalgalı kur rejiminde olduğu için eski stil bir ödemeler krizi geçirmez. Yani bir günden diğerine ülke kendini bir kriz içinde bulmaz. Ama ekonomi, dış kırılganlıkları yüzünden bir süredir zaten yeni ve çok daha olumsuz bir döneme girmiş durumda. Döviz kurunun periyodik olarak baskı altında kalacağı, kurdaki oynaklığını epey artacağını, yatırım ve büyüme oranlarının düşük kalacağını düşünüyorum. Bunlara bağlı olarak da özellikle iç pazara yönelik, fazla borçlanmış özel şirketler hayli zorlanacaklar.
Bu arada ekonominin siyasetle etkilenmesini de unutmamak lazım. Türkiye'nin şu andaki siyasi gerginliğinin ve olası sonuçlarının borsa, tahvil ve döviz piyasalarında yeteri kadar fiyatlandırıldığını sanmıyorum. Siyasi istikrarsızlık piyasalarda önemli düşüşler getirilebilir.
Cari açık ve dış finansmana bağımlı büyüme modelinden Türkiye nasıl kurtulabilir?
Ancak iç tasarrufların artırılması ve dış borçlanmanın daha az çekici hale getirilmesi ile… Ekonominin hızlı büyüdüğü dönemlerde kamu maliyesi politikası daha sıkı olmalı, iç tasarruflara daha fazla katkı yapmalıydı. Keza kısa vadeli dış borçlanmanın çok arttığı zamanlar buna karşı önlem alınmalıydı. Bunların yerine makroekonomik popülizmin gereği olarak tüketim teşvik edildi.
Türkiye'nin sorun yaratmadan sürdürülebilir büyümeyi sağlaması için yapması gerekenler listesinin ilk 3 maddesine neleri yazarsınız?
Birinci olarak özel tasarrufları teşvik edici bir dizi önlem düşünürdüm. İkinci olarak, Türkiye'nin dış kırılganlığını azaltmak amacıyla kısa vadeli yabancı sermaye akımlarını icabında vergileme yoluyla kısıtlayan önlemler getirirdim. Üçüncü olarak, son senelerde siyasi kontrol altına alınmış ve rant dağıtıcı hale getirilmiş ekonomi yönetim kurumlarını –denetleyici kurullar, Maliye, ihale düzeni vs…- yeniden tesis etmeye çalışırdım.
Küresel likidenin azalmaya devam edeceğ ve yine küresel faiz hadlerinin yükseleceği varsayımı altında Türkiye'nin uzun süreli düşük büyümeye sürecine girdiği yönünde görüşler var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Genelde Türkiye konumunda tüm ülkelerin daha düşük büyüme dönemine girdiğini düşünüyorum.
1980 sonrası uygulanan liberal politikaların gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Bu açıdan devletin ekonomide yeniden aktif rol alması, Şevket Pamuk'un ifadesiyle "kaliteli devlet müdahaleciliği" fikrine nasıl bakıyorsunuz?
Türkiye'de ekonomi yönetimi her zaman müdahaleci oldu. Tek değişen müdahalenin stratejisi ve kimlerin lehine yapıldığıydı. Mesela, Özal'ın 1980 başlarında uyguladığı dışa açılma politikası ihracatçılar lehine uygulanan hayli müdahaleci bir politikaydı.
Kaliteli devlet müdahaleciliği kalkınmakta olan ülkeler için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ancak ülke ekonomisi geliştikçe ve farklılaştıkça eskisi bir tepeden inme, yukarıdan yönetilen, merkezden yönlendirilen politikalar yetersiz kalmaya başlar. Ülkenin değişik coğrafyalarını, sosyal katmanlarını, şirket kümelerini kapsayıcı daha ademi merkeziyetçi kurumlar ve politikalar gerekir. Devlet ile özel sektör arasında değişik seviyelerde süregelen bir diyalog tesis edilmesi gerekir. Bunun da ilk şartı devlet yöneticilerinin kendilerini değişik şirket gruplarıyla eşit mesafede hissetmeleri, yani siyasi amaçlarla bazılarını kayırmamalarıdır.
Bu açıdan yurt içi üreticilerin korunması adına, Gümrük Birliği'nin gözden geçirilmesi/iptal edilmesi ya da serbest ticaret anlaşmasına çevrilmesinin bir faydası olabilir mi?
Türkiye'nin bu konuda geri adım atması bu noktada fayda vermeyecektir.
Demokrasi, hukuk devleti ve ekonomik başarı arasındaki güçlü ilişkiye yönelik literatürde de önemli çalışmalara imza atılıyor. Siz de bu alanla ilgilisiniz. Sizce Türkiye'deki siyasal düzen ile ekonomik performansı arasındaki ilişki ne düzeyde?
Siyasal düzen ile ekonomik performans arasında uzun vadede sıkı bir ilişki var. Kalkınmış ülkelerin neredeyse hepsinin demokrasi ile yönetiliyor olması bunun bir göstergesi. Ancak kısa-orta vadede ayrışma olması mümkün. Mesela Çin otoriter bir rejimle çok uzun mesafe kaydetti. Ancak sanmıyorum ki eğer Çin orta gelir ülkesinden ileriye atılım yapacaksa, siyasi rejimini de liberalize etmek zorunda kalacak. Keza Türkiye'nin siyasi sorunları kısa vadede ekonomiye çok olumsuz etki yapmış olabilir ama uzun vadede kesinlikle önünü tıkayan en önemli faktördür.
Son günlerde yolsuzluk iddiaları Türkiye gündeminden düşmüyor. Bu iddiaların, Türkiye'nin imajı ve ekonomisi üzerindeki etkisi konusunda gözleminiz nedir?
Az önce siyasi sorunlarla ilgili söylediklerim yolsuzluk için de geçerli. Çok hızlı büyümüş birçok ülkede yüksek oranda yolsuzluk görebiliyoruz. Türkiye'de yolsuzluğun boyutları, şimdi ortaya çıktığı kadar olmasa da, bilinen bir şeydi. Yolsuzluk, değişik firmaların ve sektörlerin önünü açtığı oranda (Doğu Asya'da olduğu gibi) bazen büyümeye katkı dahi yapabilir. Gene Özal'a dönecek olursak, ihracat patlamasına ve büyümeye zarar vermemesi için bir ölçüde yolsuzluğa göz yumduğunu biliyoruz. Ancak yolsuzluk yatırımları teşvik etmekten öte rant yaratıp dağıtmak ve özellikle siyasilerin kendilerini zenginleştirmek amacıyla kullanılmaya başladığı zaman siyaseti zehirlediği gibi ekonomiyi de frenlemeye başlar. Türkiye'nin de bu noktaya geldiğini açıkça söyleyebiliriz.
Merkez Bankası, küresel kriz sonrasında "Türk Usulü Para Politikası" olarak adlandırdığı bir dizi ortodoks olmayan para politikası uygulaması gerçekleştirdi. Genel hatlarıyla MB'nin bu süreçteki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Faizlere dair üzerindeki baskılar ve siyasi kısıtlar yüzünden Merkez Bankası bu değişik yolları denemek zorunda kaldı diye düşünüyorum. Bu şartlar altında gene de başarılı oldu bence. Kur ve enflasyon tahminleri konusunda bence piyasadan biraz geride kalarak son zamanlarda kredibilitesinden bir şeyler kaybetti. Hükümet ve maliye politikalarının Merkez Bankası'nın işini hiç de kolaylaştırmadığını söyleyebiliriz. Maliye politikaları ile para politikaları arasında olması gereken koordinasyon pek yok.
Türkiye 1990 sonrası küreselleşme sürecinden en genel hatlarıyla değerlendirirseniz, başarılı mıdır yoksa başarısız mı?
Küreselleşmeyi ülkeler genelde iki şekilde kullandılar. Ya üretime ağırlık vererek ve önemli bir dış ticaret vasıtasıyla sanayileşme süreçlerine ivme katarak. Asya ülkelerinin önemli bir kısmı stratejiyi benimsedi. Ya da dışarıdan borçlanıp, iç tüketimi körükleyerek. Türkiye bu ikinci yolu seçti. Dolayısıyla ilerisi için yeteri kadar yatırım yapmamış oldu ve kendisini krizlere karşı savunmasız bıraktı.
Türkiye'nin büyüme oranlarını Twitter üzerinden Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile tartışmıştınız. Şimşek, Türkiye'nin gelirinin 10 yılda 3,5 kat arttığını savunmuş, tartışma ise daha dolar bazında yapılan hesaplama yöntemi üzerineydi. Kurlardaki son yükseliş sonrası bu konudaki görüşünüz nedir?
Kurlardaki son yükseliş Mehmet Şimşek'in hesabının ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor. Son bir sene içerisinde TL, dolar karşısında yüzde 20'den fazla değer kaybetti. Sırf bu yüzden reel gelirimizin beşte biri kadar gerilediğini söylemek doğru olabilir mi? TL-Dolar enflasyon farkını katsak dahi, TL reel olarak yüzde 10-15 değer kaybetmiş, dolayısıyla dolar bazında gelirimiz o kadar gerilemiş görünüyor. Bunu Şimşek'in kabul edeceğini sanmam. Halbuki " Son 10 sene içerisinde Türkiye'nin geliri dörde katlandı" derken yaptığı hesap aynen buydu. TL'nin reel olarak değer kazanmasından kaynaklanan fakat vatandaşın gerçek satın alma gücünde görünmeyen bir artıştan bahsediyordu. Aradaki farkı ve doğru yöntemin hangisi olduğunu şimdi anlamış olduğunu tahmin ediyorum.