Prof. Dr. Ferhan Yürekli

* Prof. Dr. Ferhan Yürekli'nin Mimarlık ve Eğitim Kurultayı I'de gerçekleştirilen "Mimarlık ve Mimarlık Eğitimine Genel Bakış" başlıklı panelde yaptığı "Mimarlık ve Mimarlık Eğitimi Ortamla İlgilidir" başlıklı konuşma. Mimarlık dünyası, aslında "mimarlık eğitiminin bir üst ortamı, bir meta ortamı" diye düşünüyoruz. Fiziksel, kültürel ve sosyal çevre de mimarlık dünyasının bir üst ortamı. Kısaca şunu demek istiyoruz: Fiziksel, kültürel ve sosyal çevremiz, ki bu önce daha etkili olduğu için ulusal, daha sonra uluslararası ölçekte düşünülebilir, mimarlık ortamının oluşumunu ve oluşum şeklini belirliyor. Mimarlık ortamı da bu çevrenin günümüzde üniversal doğrularının yerini alan -İngilizce tabiriyle "consistency- "tutarlı sürekliliğinin" oluşmasında ve bu tutarlı süreklilik bağlamında mimarlık ortamı değişimde etken bir rol oynar ve oynamalıdır. Bu arada mimarlık "kendi tutarlı sürekliliğini ve değişimini de sağlamalıdır" diye düşünüyoruz. Aynı şekilde mimarlık eğitimi de genel olarak çevreden, özelde de mimarlık ortamından etkilenir. Bu ilişkilerde farklı dünya görüşleri, ideolojiler, gelenekler, hatta inançlar rol oynar ve bu ortamlarda bireyler, yani mimarlar ve mimarlık öğrencileri bir tutarlı süreklilik içinde değişen kendi durumları ve çevrelerindeki durumlara göre "pozisyon alırlar" bir anlamda da "pozisyon kazanırlar." Buradaki pozisyonu "ün" olarak da düşünebiliriz. Alınan pozisyonda ortamın özelliklerine de bağlı olarak, her bireyin farklı etkileme ve etkilenme şekli vardır. Bugün ülkemizde mimarlık ortamı, tutarlı bir sürekliliği koruma konusunda çok hassas ve kırılgan bir noktaya gelmiştir, bunun sebepleri çeşitlidir. Bir bölümünü çevrede, yani ulusal ya da uluslararası aramak gereklidir. Diğerlerini kendi içinde bulabiliriz. Bunların araştırılması ve tartışılması "sorunun aşılması için" gereklidir. Ancak, çok kapsamlı bir araştırma ve çözümlemeyi gerektirir. Bu bildiride eğitim ortamından dışarıya doğru bakarak ve bugüne kadarki deneyimlerimize ve onları rasyonel olarak değerlendirmeye çalışarak, bununla ilgili öznel bir durum değerlendirmesi yapılacaktır. Ancak, burada "rasyonelden" bugün ne anladığımızı şöyle tanımlayabiliriz: "Üniversal doğruların bulunması ve onlara bağlı olarak düşünce üretilmesi değil; tutarlı bir sürekliliğin sağlandığı durumlar üzerine doğrulamalarla -yanlışlamayla değil- fakat 'eleştirel olarak' düşünmek" diye tanımlanmalıdır. Buradan "Kıta Avrupa'sı ve Anglo Sakson mimarlık eğitimleri arasındaki farka değinmek" istiyoruz. Anglo Sakson düzeninde eğitimde "okul" esastır ve öğrenciler de okula alındıklarında mezun olacakları yılın öğrencisi olarak tanımlanırlar. Dört yıl içinde öğrencinin oluşumu sağlanır. Eğitimin zamanı ve zemini tutarlı bir süreklilik gösterir. Bu da ülke çapında bir denetime tabiidir: Akreditasyon. Kıta Avrupasındaysa çok farklıdır; Kıta Avrupasında eğitimde zaman sınırlaması yoktur ve orada okul önemli değildir; ortam önemlidir. Hatta "okullar mezuniyeti geciktirmekle görevlidirler" dahi denebilir. İki durum arasındaki farkın bilinmesinde yarar var. Batıdaki bu iki durum da bizdekinden farklı. Mimarlık uygulamaları kendi içlerinde tutarlılık ve süreklilik içinde değişimlerle gelişmekte ve batı dışındaki mimarlığı ve mimarlık ortamlarını etkilemektedir batı. "Globalizasyon" negatif yönde etkili olmakla beraber, normlar, yasalar, kurumlar ve cemiyet düzeni, onları oluşturan bireylerin gücü; globalizasyona tepki verebilmektedir. Bizimse, geçen yüzyılın başında Alman sosyolog Tönnies'in yaptığı tanımlamaları bilmemizde yarar var: İki tür toplumdan söz ediliyor; bir cemiyet düzenine geçmiş, rasyonel düşünce üreten, rasyonel davranan toplumlar ve bir de cemaat düzeyinde olanlar, irrasyonel ilişkilerle yaşamını sürdüren toplumlar. Bunlar tabii ki, ortamlara da yansıyor. Bizdeki mimarlık ortamıysa bazı durumlarda batıdan etkilenmekte, çoklukla kendi dogmalarından dahi kurtulamayarak kendini tekrarlamaktadır. Kurumsallaşmış olan mimarlık ortamı statikleşmiş ve dondurulmuştur. Bunu aşağıdaki örneklerle açıklayabiliriz. Pek çok mimarlık bürosu "önceden yarattığı tipliliği, yeni arsalara adapte ederek" mimarlık yapmaktadır. Bayındırlık Bakanlığı 'tip proje" kavramıyla bunu normatif hale getirmiştir. Bayındırlık Bakanlığının "iş dağıtım şekli" gazetelere konu olmaktadır, ama hiç kimse "kaliteyi" tartışmamaktadır Bayındırlık Bakanlığında. Ülkemizde ileriye değil, geriye bakmak adet haline gelmiştir. Mimarlar Odası bütün umudunu geleneksel mimariye bağlamış durumdadır. Burada iki tane resim görmekteyiz. Bunlardan ilkinde bir kitap kapağı görülmekte. Bu kitap 1984'te Amerika'da yayınlandı. İkinci resimdeki kitapsa "1.Ulusal Mimarlık Katalogu" 1988' de aynı kapakla yayınlandı. Düşüncemiz açısından bunun çok büyük bir anlamı var: Bu gördüğünüz bina biliyorsunuz, merhum Sedat Hakkı'nın 1946'da yaptığı binadır. 38 ve 42 sene sonra tekrar mimarlığımızı temsil etmektedir. "Bunun üzerinde durulup, düşünülmesi gerekir" diye düşünüyoruz. Bunların dışında mimarlık ortamı, işverenin güven ve saygısını kazanamamıştır. İşveren mimarı "işçiden farklı" görmemektedir. İşveren gözünde mimar "biraz daha fazla şey bilen, kafası biraz daha fazla çalışan bir üst düzey işçi, bir ücretlidir." Böylece büro sahibi mimarın işverenle ilişkisi "belediyede işverenin iş takipçisi" olması şeklindedir. Ayrıca işadamının amacı parasının ve gücünün yettiği yere kadar, her koşulu zorlamak olduğundan, etik sahibi mimarlık ona genellikle "ayak bağı" olmaktadır. Aynı şekilde kent planlamasını yapan ve mimari projeleri onaylayan belediyeler de tıpkı Bakanlık gibi düzenlerini "amaç olarak iyi iş yapmak için" kurgulamamaktadırlar. Amaç, para kazanmaktır, araçsa iştir. Mimar bu kapsamda "para getiren sistemin bir parçasıdır." Yine kimse, yapılan işin kalitesini sorgulamamaktadır. Durumumuzun saptanmasıyla ilgili globalizasyon ve politize olmanın sonuçlarından çekinildiğinden; yapılanların ve sonuçlarının çok iyi olmadığı örneklerin "çoğunluğu teşkil etmesinden" dolayı; ülkemizin, mimarlık dünyamızın entelektüelleri de her şeye karşı olmakta ve bir şey yapılmasına mümkün olduğunca engel olmak üzere kendilerini programlamaktadırlar. Bu cümleden alarak, hemen hiçbir şey önermeyen projelerin ödül almasını "Gelibolu ve Kadıköy-Haydarpaşa Yarışma" sonuçlarından gösterebiliriz. İstanbul ve diğer büyük şehirlerin çevresinin gecekondularla dolmasının tek olmamakla birlikte, bir sebebi yine bu davranıştır. Yani, plan yapma, şehirleri büyütme korkusudur. Her tarafta "yapı yasağı getirmek" yerine "planlı yapılaşmayı" teşvik etmek, belki de sorunun bu kadar ciddi boyutlara gelmesine engel olabilirdi. Bu durumda mimarlık eğitiminin böyle bir ortamdan faydalanmasına olanak yoktur. Yapılan stajlar da bunu göstermektedir. Stajlar "kullanılan teknolojinin öğrenilmesiyle" sınırlıdır. Büro stajlarında öğrencinin "etik ya da yaratıcılık" gibi mimarlığın değerli, ama pek çoklarınca önemsiz hasletleriyle karşılaşması olanağı yoktur. Böyle bir ortamda mimarlığa ve mimarlık ortamına "kritik" olarak bakabilecek tek kurum, yine de üniversitedir. Yapılması gereken de, özellikle yeni açılan ve yeterli kadrosu ve alt yapısı bulunmayan, sözde "Vakıf Üniversitelerinin" ve Devlet Üniversitelerinin "ulusal akreditasyon" gibi formal ve mecburi yollarla ve enformal serbest etkinliklerle düzeylerinin yükseltilmelerinin sağlanmasıdır. Bu etkinliklerin özellikle uluslararası olanları desteklenmelidir. "Dünyanın nereye doğru gittiğini öğrenmek" herkesin hakkıdır. Sonuç olarak, mimarlık ortamının daha sağlıklı bir yapıya kavuşmasıysa öncelikle belediyeler ve Mimarlar Odası gibi kritik karar verme noktalarındaki bürokrasinin ve mimarların tutarlı, sürekli eğitilmelerinden geçmektedir. Bildiri burada bitiyor, ama benim söylemek istediğim bir iki cümle daha var, izninizle, vaktim var. Bu kurultayın aslında bizce bir yarası var; herkesin iyi niyetinden kuşkumuz yok, ancak "bazı düşüncelerin mimarlığa ve eğitimine yarar sağlamadığını" düşünüyoruz. Bakın, elimizdeki bu katalogun arka sayfasında -belki gözünüzden kaçmıştır- bir ifade var, hepsini okumayayım, herkesin elinde var, okumak istiyorum: "Yakın bir süreçte 'deprem sorunsalı' da yaşanarak, acı biçimde görüldüğü gibi, çağdaş yapı tasarımında mimarlığın 'tarihten ve geleneklerinden gelen birikimlerini yeterince değerlendiremeyen bir modernitenin' eğitimde giderek egemen olması" sorun olarak gösteriliyor. Bu bence kurultay için önemli bir yaradır. Şimdi izninizle birkaç tane resim göstermek istiyorum. Bu ifade -burada isim yok ama- sanıyorum, Sayın Ekinci'nin. Çünkü, Sayın Ekinci "Deprem ve Geleneksel Konut" arasında gazetesinde de iki tane resmi yan yana yayınlayarak, bir ilişki kurmuştu. Ben şimdi birkaç tane resim göstermek istiyorum. Bu Değirmendere'de yerle bir olmuş bir geleneksel konut. İkincisinde de bir geleneksel konut görüyorsunuz, gene Değirmendere'de, gene geleneksel bir konut. Bakın burada bir sıra kolonu kırıldığı halde yıkılmayan bir betonarme yapı görülüyor. Görüyorsunuz, zemin kat kolonları bir sırada bütünüyle kırık. Bu Değirmendere Belediye binası, bu da ondan 40 metre ileride bir kalfa yapısı, depremden sonra çatlaksız ayakta duruyor. Deprem aslında geleneksel ya da betonarme yapıyla ilgisi olan bir konu değil. Kafescioğlu hocamız da değindi, aslında ona göre de "teknolojinin yeteri kadar üretilmemesi eğitimde bu tür şeylerin sorunu" diye. Bunların göstermemizin nedeni "böyle kesin yargılar yararlı olmuyor." Bir nokta daha var; yine Sayın Ekinci'nin istediği "bütüncül mimarlık" kuşkusu olmasın, eğitimimizin zaten temel noktasıdır. Sorun; o eğitimi alanların uygulama yapacak ortamı bulamamasıdır.