Karakışı Saint Martin Kanal'ı kıyılarındaki çadırlarda geçiren
Afganlar, Paris Plajı'nın kurulduğu tarihte, şehrin içinden dışına
sürüldü
Son dokuz yıldır her sene olduğu gibi, bu yıl da temmuz ayının son haftası
Paris Plajı, Seine Nehri ve Villette Kanalı’nın kenarına
kuruldu. Haftalar öncesinden başlayan şezlong, güneş şemsiyesi, kum ve palmiye
hazırlıklarına bu yıl bir yenisi daha eklendi, Afgan mülteci temizliği. Aylardır
Saint Martin Kanalı’nın, Paris Plajı’ndan uzak olmayan bir noktasında yaşayan
Afgan mülteciler, plajın kurulmasıyla birlikte, banliyölerde ya da farklı
şehirlerdeki sığınma evlerine yerleştirildiler. Burada manidar olan, kara kışı
Saint Martin Kanal’ı kıyılarındaki çadırlarda geçiren Afganların, Paris’in
turist akınına uğradığı ve Paris Plage’ın kurulduğu tarihte, şehrin içinden
dışına sürülmesi. Bu durumu, aslında hep varolan ama son yıllarda daha fazla
hissedilen şehrin içi ve dışı olgusunun bir parçası ve soylulaştırılmak
suretiyle giderek burjuvalaşan bir şehrin hikayesinde küçük ama önemli bir detay
olarak yorumlayabiliriz.
Sınırları 19. yüzyıldan beri değişmeyen Paris, kent
soylulaştırılmasından nasibini her büyük şehir gibi alırken, şehrin
içindeki yoksul ve göçmen mahalleleri orta sınıfın akımına uğruyor. Şehrin
sınırları kuzey semtlere doğru genişledikçe, evlerin sahipleri değişiyor,
mahalle kahveleri, barları hızla yeni bir görünüme bürünüp yeni gelen semt
sakinlerini karşılamayı bekliyor. Bu semtlerde yaşayan çoğunluğunu göçmenlerin
oluşturduğu, yoksul semtin eski sakinleri de valizlerini alıp evlerini terk
etmeye hazırlanıyor.
Soylulaştırmayı, toplumdaki sosyal ve ekonomik değişimlerin bir sonucu olarak
karşımıza çıkan bir süreç olarak görmek mümkün. Eskiden, bir sanayi şehri olan
Paris’te, sanayiye doğrudan bağlı iş kolunda çalışan nüfus yoğunluktayken, bugün
sanayinin ikincil sektörleri sayabileceğimiz reklam, iletişim, bilişim
teknolojileri gibi iş kollarında çalışan nüfus artıyor. Şehrin içinde çalışan ve
merkezde yaşamak isteyen bu yeni sınıf, kendine şehrin merkezinde yerleşim
alanları açmak istiyor. Klasik burjuvazinin uzun zamandır tekelinde olan pahalı
güney mahallelerindense, fiyatların uygun, binaların mimari değerinin olduğu
şehrin içindeki eski kuzey mahalleler yeni orta sınıfın akınına uğruyor. Bu yeni
sınıfa aranan isim de David Brooks tarafından Cenette
Bobo (Bobo in Paradise: The New Upper Class and How They Got There)
isimli kitabında “bourgeois-bohème” kelimelerinin kısaltması
olan “bobo”yla bulunmuş oluyor.
Klasik burjuvazinin konformizmine alayla bakan bu yeni sınıf, kendi
konformizmini kurmakta geç kalmışa benzemiyor. Eski fabrikalar, tamirhaneler
sanat atölyelerine dönüşürken, depolar birer birer bu yeni sınıfın oturacağı
mekanlar haline geliyor. Çehresi değişen bu mahallelerde, organik ve adil
ticaret (fair trade) kriterlerini esas alarak üretilmiş farklı ürünleri
tüketiciyle buluşturan mağazalara adım başı rastlamak mümkün. İşte, tam da böyle
bir mahallede oturan ben, sabahları organik ürünler satan marketin çöplerini
karıştıran hep aynı üç kişiyi görüyorum. Birincisi orta yaşlı bir Asyalı,
ikincisi Afrika kökenli genç bir kadın ve üçüncüsü Fransa’da fakirlikten
göçmenlerle birlikte en çok nasibini alan yaşlıları temsilen bir Fransız kadın.
İdeolojik sebeplerle çöpten yemek yiyen “freeganisme” akımına
mensup olmadıkları aşikar olan bu grubu, mahallede boboluğun kalesi
addedebileceğimiz organik marketinin önünde görmek, mahalleye gelen değişimin en
somut örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Şehrin fakir ve çok etnili mahallerine yerleşen, kuzeyde oturup sola oy veren
bu yeni burjuvazi, kendilerini her ne kadar mahallenin eski sakinlerine yakın
hissettiklerini belirtseler de, mahalleye gelişleri bir ortak yaşama alanından
öte, bir dönem herkesin kendi köşesinde yaşadığı ve en sonunda fakir olanın
gitmek zorunda kaldığı bir fenomene dönüşüyor. Bu sebeptendir ki, Paris’in
kuzeyine çıktıkça duvar yazılarında bobolar ağır hakaretlerin hedefi haline
geliyor ve belki de klasik burjuva sınıfından daha çok nefret kazanıyorlar.
Le Monde’da2004 yılında çıkan bir karikatür,
aslında bu yeni sınıfın mahalleliye bakışını özetliyor. Eski bir fabrikanın
önünde, bir bobo gözleri parlayarak soruyor: “Eviniz çok güzelmiş,
burada mı oturuyorsunuz?” Karşısındakinin cevabı ise oldukça
anlamlı: “Hayır, burada çalışıyordum.”
Soylulaştırma, değer kodlarını değiştirip şehrin içinde yeni sosyal alanlar
yaratarak, sosyolojik ve kültürel değişimleri beraberinde getiriyor.
Soylulaştırmayla birlikte, şehrin eski orta sınıf, burjuva ya da fakir
mahalleri, bourgeois-bohème mahalleri oluyor. Alt gelir kesimine mensup olanlar,
farklı etnik gruplar, yavaş yavaş şehrin dışına itiliyor. Banliyölerin karanlığı
giderek büyürken, Paris’in ışıkları daha da parlaklaşıyor. Soylulaştırma,
gentrification ya da embourgoisement, ne dersek diyelim, sonuçda elimizde kalan
banliyölerle çevrili bir burjuva şehri. Bu yeni burjuvazi ve klasik eski
burjuvazi Paris’in yeni yüzünü oluşturuyorlar, sev, sempati kur ama parçası
olma. Belki de bu sebeptendir ki, Afgan mültecilerin şehrin dışına sürüldükleri
günün gecesi, Saint Martin Kanalı kıyılarında, mülteci çadırlarının yerini
piknik yapıp adil koşullarda, organik üzümlerle üretilen şaraplarını yudumlayan
bobolar alıyor.
Paris burjuvalaştıkça, banliyöler varlığından utanılan, bağların çoktan
koptuğu bir aile üyesi gibi dışlanılıp unutuluyor. Parisliler, şehre yarım saat
uzaklıktaki banliyölerde yaşananları başka bir ülkeyi izlermiş gibi izlemeye
devam ededursunlar, biz de Paris’i Jean-Pierre Jeunet’in filmi
Amelie Poulain’in Masalsı Kaderi’ndeki gibi hatırlamaya devam
edelim. Ne de olsa, Parislilerin güneş batarken, şehirde çalışan son
banliyölülerin de evlerine dönmesi, savaştan kaçan mültecilerin şehrin dışına
sürülmesiyle, kendi başlarına kalacakları günler hiç de uzak değil. Hava güzel,
şarap güzel, Paris Plage güzel, Paris “biz bizeyken” daha mı güzel?