İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde dünyanın kültür başkenti olarak görülen Paris'te 1923 yılında 'Mimarlığa Doğru' adlı manifestosunu yayımlayan Le Corbusier, bir evin 'yaşama makinesi' olduğunu söyleyerek makine çağının genel yaklaşımını en dramatik biçimde dile getirmiş oluyordu. Bu dönemde Le Corbusier, serbest şekilde yüzen hacimlerden, düz beyaz duvarlardan ve parlatılmış kurşun levhalardan oluşan bir mimarlık dili geliştiriyordu. Herşey zahmetli bir şekilde elde yapılıyor, ama bir yandan da bir üretim zincirinin kullanılıp kullanılamayacağı sorgulanıyordu.
Le Corbusier, Charlotte Perriand ile çalışmaya başladı ve birlikte tasarladığı binaların iç mekanlarını düzenlemek için çok çeşitli mobilyalar geliştirdiler. Le Corbusier'in kişisel mimari estetiği, Gropius ve diğer Almanların oturaklı yaklaşımından çok daha lirik ve şiirseldi. Le Corbusier, Paris'in en gözle görünür modernist mimarıdır. Ama İkinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda, Le Corbusier'in çalışma arkadaşları olan Charlotte Perriand, Pierre Charreau ve Jean Prouve'nin tasarımları, Paris'in modern tasarıma özgün katkısını sağlamış oldu.
Paris, 1925 yılındaki dekoratif sanat sergisiyle gündeme gelen 'art deco' biçeminin de doğuşuna tanıklık etti. Bu akımın önemli temsilcilerinden biri olan Pierre Charreau'nun 'Maison de Verre' (Cam Ev) adını taşıyan açıkta bırakılmış çelik krişleri ve cam tuğladan yapılmış duvarlarıyla makine imgelemini evcil bir ortama taşıyan olağanüstü ev tasarımı, Le Corbusier'in büyük hayranlığını kazandı.
İrlandalı bir ressam ve Japon vernik sanatçısı olan Eileen Gray de bu yıllarda Paris'te yaşamakta ve çalışmaktaydı. O da benzer bir yol izleyerek Art Deco'dan modernizme doğru ilerledi.