şimdilerde canımı acıtan her cümleye yabancılaştığımı hissediyorum. bu
yabancılaşma halimin beni götürüp çarptığı bencillik, duyarsızlık duvarlarından
da hiç haz etmiyorum. yazının başlığındaki cümle o kadar canımı acıttı ki, tuhaf
bir biçimde mutlu oldum canım acıdığı için. hani acıtmayacak gibi de değil ki
“özür dileriz sokağa çıktık” cümlesi. hani yoktur ki aslında
ötesi. son yıllarda ne kadar sık kullanır olduk değil mi “farkındalık”
kelimesini? ama ne kadar içselleştirdiğimiz muamma. benim de sıkça kullandığım
bir sözcük, sadece hakkını vermeye çalışıyorum “diğerlerinden” farklı olarak.
geçen hafta istanbul’da mecidiyeköy metrobüs durağında
sakatların yaptığı eylemde yaşananlar, “farkındalık” kelimesini bir kez daha
düşünmeme ve kurcalamama sebep oldu. “bilinç” olarak adlandırılıyor ve “bilinç”
kelimesi üzerinden tanımlanıyor. yalnız benim “farkındalık” anlayışıma en yakın
tanımlama ya da yaklaşım şu oldu. fizikçi roger person’a göre
bilinç, fiziksel olarak yanına yaklaşılması gereken ve bilimsel bir kavram.
person bilinci, tanımlamadan ziyade tarif edilmesinin daha uygun olacağını
belirterek, aktif ve pasif olarak iki parçaya ayırıyor. renk armonilerinin
algılanmasının farkındalıkla birlikte pasif olarak kabul ederken, bilincin özgür
irade ile iş görme yeteneğini de aktif kısım olarak ele alıyor.
anlayışı bu ikisi arasına yerleştiriyor ve farkındalıkla anlayışın
ayrılamayacağını, eğer farkındalık olmazsa anlayıştan bahsetmenin anlamsız
olduğunu belirtiyor. “bilinç”in tanımını da “farkındalık”la eşanlamlı olarak
kabul ediyor. yine zekâyı da anlayışa bağlıyor. sakatlarla ya da şiddet mağduru
kadınlarla ilgili konuştuğum zamanlarda genelde bu örneği anlatıyorum.
Engelli mimarisi
misal her gün eve, işe giderken ya da alışveriş merkezinde gezinirken birçok
hamile kadın geçer yanıbaşımızdan ve biz hiç fark etmeyiz. ne zaman ki kendimiz
hamile kalırız, işte o zaman yanımızdan geçen hamile kadınları fark ederiz. ya
da etrafımızda birçok sakat insanı fark ederiz de ne zaman ki kendimiz
sakatlanırız o zaman anlarız aslında otobüslere binmenin ne kadar zor olduğunu.
hatta bazen imkânsız olduğunu. farkındalık yani anlayış ya da akıl tam da böyle
bir şey.
nedense kendimiz yaşamadan farkına var(a)mıyoruz birçok şeyin. ama sanırım en
önemlisi ve becermemiz gereken şey, kendimiz yaşamadan tüm bu durumları fark
etmek ve anlamak. örneğin kendisi sakat olan ya da çocuğu, eşi sakat olan bir
mimarın çizdiği bina ile olmayanın çizdiğinde mutlaka farklılıklar olacaktır
diye düşünüyorum. kendisi sakat olan mimar muhtemelen kendi yaşadıkları
üzerinden kendi farkındalığı yani bilinci üzerinden çizecektir projeyi. mutlaka
sakatlar için merdivenler, asansörler, tuvaletler ekleyecektir. sakat olmayan
bir mimar da bütün bunları düşünmeyecektir bile, ki hâlâ yeni inşa edilen birçok
binada (tüm yasal zorunluluklara rağmen) bütün bu gereklilikler göz ardı
ediliyor.
sakatlar ile ilgili toplumsal farkındalıklar, görünürlükler çoğaldıkça
“engelli mimarisi” diye bir alan bile duymaya başladık.
sakatların da düşünüldüğü projeler. ve ulaşım. kaldırımlar. sokaklar... otobüs,
metrobüs durakları. toplu taşıma araçları. bunların hiçbiri sakatlar düşünülerek
tasarlanmaz. görünen o ki toplumsal farkındalığımız, kamusal kentsel
farkındalığımız hâlâ gelişmemiş durumda. sakatlar için gündelik yaşama karışmak
ve adapte olmak yeterince zor iken bir de yani sakat olmayanların yaptıkları
fiziksel sakatlıklarla hayatlarımız daha da yaşanılmaz hal alıyor.
sokakları, kaldırımları, otobüsleri, metroları, ışıkları, yolları, geçitleri
tasarlarken, yaparken, yaptırırken sakatmışız gibi bir farkındalıkla, bilinçle,
anlayışla yapmamız gerekiyor. evden çıktıkları an yani evden çıktığımız an
sorunlar başlıyor. tabii çıkabilirsek. daha apartmanınızda asansör yok ise ve
eviniz de beşinci katta ise bittiniz demektir. çıkmayın sokağa daha iyi değil
mi? oysa sokakları hepimiz eşit kullanabilmeliyiz. kaldırımları da. metroyu da.
otobüsleri de. ama kullanmak mümkün değil. sakatlar için verilen o ücretsiz
ulaşım kartları da aslında çok azının yani dışarı çıkabilen azınlığın işini
görebiliyor. yazıda “mız” kullandım zira yine yasaya göre ben de sakatlardan
sayılırım. ha hemen belirteyim ben “engelli” ya da “özürlü” tanımlamalarını
tercih etmiyorum, kendi adıma “sakat” tanımlamasının daha sahici olduğunu
düşünüyorum.
neyse bir sakat olarak kendi tanıklığım üzerinden bitireyim bu yazıyı.
efendim bendeniz bir adet kalça protezi sahibiyim dolayısıyla da alaturka
tuvalet kullanamıyorum. ve bu durum resmen hayatımın kabusu olmuş durumda.
çalıştığım işyerinden tutun da gittiğim hiçbir restoranda, barda, yolculuk
yaparken benzin istasyonlarında ve daha birçok yerde tuvaletler sakatlar
düşünülerek yapılmadığından sürekli bir çiş tutma, altına işeme riski ile karşı
karşıya kalıyorum. altıma işeme riskini göze alamadığım zamanlarda protezimin
yerinden çıkmasını yeğleyip kullandığım olmuyor değil de protezim yerinden
fırlasa sorumlusu kim olur onu bilemiyorum. neyse efendim bu sakatlık konusunda
diyecek o kadar çok şey var ki, eğitimden tutun da sağlığa kadar ben sadece
ulaşım kısmına değindim. ama illa değinilecek yer, tokatlanacak kısım, gözümüzün
görüp beynimize haber verdiği de beynimizin görmezden geldiği o ıssızlık
alanıdır.
kendine müslümanlık, kendine cumhuriyetçilik, kendine sağlıklı yaşam, kendine
güvenlik, kendine eş dost, sadece kendine yaşıyor olmanın yeşerdiği kıraç
topraklardır kazılması gereken.
sadece diken yetiştiren, yetiştirdiği dikenleri de ilk önce kendi bağrına
batıran ve bunu bilinç altından su yürüterek yapan ıssızlık alanı. zihninize su
verin, o kadar çok su verin ki zihninize, ya kurumuş toprakları canlansın ve
akıl yeşertsin ya da farkındalıksızlığın ayrık kökleri boğulup gitsin
denizinizde. ama bir şeyler yapın, gözlerinizi açın ve etrafınıza bakın.
yürüyemeyen, konuşamayan, göremeyen, duyamayan sakatların onda biri kadar özgür
olmadığınızı görün.