Savaşın acı yüzünü bir kez daha gördük. 2. Dünya savaşının büyük yıkımlarından sonra “Bir daha asla” diye haykırılmış, savaşa karşı güçlü bir barış vurgusu yapılmıştı. Bu acılar bir daha yaşanmasın diye savaşın başlangıç günü 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kutsandı. Ama savaşın acıları hafızalarda silikleştikçe yeniden savaşlar yapılabilir, politikanın bir uzantısı olarak görülür oldu.
Aslında 3. dünya için barış tam olarak hiçbir zaman gelmedi denebilir. Belki de bu yeni kuşak savaşların bölgesel niteliği, savaşın kabul edilebilirliğini sağlıyor. Ne de olsa kendileri kadar “medeni” olmayan, ötekine karşı tahammülsüz olanların yarattıkları bir kargaşa bu. Gerçekten de öyle mi?
Farklılıklarla birlikte yaşama kültürünün savaşların çıktığı bu topraklarda nasıl köklü bir şekilde yaşadığı, çok kültürlülük ve çok katmanlılık kavramlarının en iyi bu bölgelerde gözlemlendiği olgusuyla Batı merkezli düşünce sisteminin ürettiği bu yargı çelişmiyor mu? Oysa Suriye, Lübnan, Irak’a yapılan kısa zamanlı turistik gezilerde bile bu çok kültürlülüğü gözlemeniz mümkün.
Irak ve Lübnan müzelerinden talan edilen taşınır kültür varlıklarının Batının sanat pazarında piyasaya sunulması, ayrıca bu yağma kültürünün ibretlik görüntülerini oluşturuyor. ABD ordusunun Bağdat’a girince ilk iş olarak Petrol Bakanlığı’nı korumaya alması, ancak müzeyi yağmaya ve talana açık bırakması, tarihin başladığı bu topraklardaki önemli arkeolojik alanların askerî nedenlerle tahrip edilmesi, yer yer helikopter pisti yapılmak üzere düzletilmesi hafızalarda yer etmiştir. Lübnan’da da UNESCO Dünya Mirası listesindeki Tire ve Baalbek’in İsrail tarafından bombalandığı, Arka’daki tarihî Roma köprüsünün tahrip olduğu haberlerini izliyoruz.
Günlerce süren böylesi ağır bombardımanların yol açtığı insan kayıplarının yanında kültürel mirastan ve yaşam çevrelerinin tahrip olmasından bahsetmek belki lüks gelebilir. Ama şu anda Lübnan’ın önemli bir bölümünde binlerce konut, yol, köprü, altyapı tesisi tahrip olmuş, yorumlara göre Lübnan’ın en az 20 yılı ipotek altına alınmış durumda. Bölgenin yıkımına ve bu arada yüzlerce sivilin ölmesine göz yuman, bunun için ateşkes çağrısı bile yapmayan Batı’nın şimdi Lübnan’ı yeniden yapılandıralım, yaralarını saralım diye ortaya çıkmasını, imar hareketine girişmesini en hafifinden hayâsızlık olarak değerlendiriyorum.
70’lerdeki iç savaşın sona ermesinden sonra özellikle Beyrut’un imarı konusunda çok yönlü çalışmalar başlatılmıştı. Mimarlar, plancılar, tarihçiler yapılacak yatırımlar üzerine tartışmalar yürütüyorlar, bilimsel etkinlikler düzenliyorlardı. Yıkılan Beyrut’un aynı şekilde yapılması, ya da yıkılan bölgelerin daha eski tarihî referansları dikkate alınarak yapılandırılması ve bütün bunların 2000’lerde yapıldığının da bir ölçüde hissettirilmesi, güncel ihtiyaçlara cevap verebilecek, yeniden bölgenin merkezi olabilecek bir Beyrut hedefleniyordu. Uluslararası yatırımcıların bölgeye ilgisi yeniden sağlanmış ve kaynak yaratılmıştı. Türkiye’den de değişik disiplinlerden bilim insanlarının katıldığı, beğenilen, yer yer eleştirilen bir yeniden yapılanma süreci yaşandı. Peki, sonra ne oldu?
Orta Doğu’da haritaların yeniden çizilmesi döneminin geldiği söylendi ve bunun gereklerinin yapıldığı acı bir şekilde görüldü. 20. yy.’da masa başında cetvelle çizilen ve sancıları bugün bile hissedilen ülke haritaları yeniden gündemde. Çizilen her çizgi binlerce ailenin yerinden edilmesi, yıkım, gözyaşı getiriyor. Gelen, geldiği yerdeki farklılığı ya yok ediyor, kendi kültürünü yerleştirmeye çalışıyor, ya da bunu yapamıyorsa, İsrail gibi bölgeyi yaşanamayacak durumda bırakmaya gayret ediyor. Oysa çok kültürlülüğün, farklılıkların iç içe yaşandığı bu bölgede, hangi kültürel öğenin kökeninde nasıl bir etkilenme izinin olduğunu anlamak ve ayrıştırmak neredeyse imkânsız ve gereksiz.
Savaş sırasında doğabilecek tehlikelerle ilgili olarak da Silahlı Çatışma Altında Kültürel Miras’ı korumak için 1996 yılında kurulmuş olan Uluslararası Mavi Kalkan Komitesi (The International Committee of Blue Shield) bir bildiri yayımlayarak “kültürel varlıkların paha biçilmez ve yerine konulamaz değerler olduğu ve bunların her bir topluma ait olduğu kadar tüm insanlığa da ait olduğu”nu vurguladı. Can kayıplarının her şeyin önünde olduğu vurgulanan bu deklarasyonla tüm taraflar Silahlı Çatışma Altında Kültürel Miras’ın korunması koşullarını belirleyen Uluslararası Lahey Konvansiyonu’na uymaya çağırılmaktadır. Bu cinnet ortamının uluslararası sözleşmelerle, kurallarla önlenebileceğini düşünmek belki nahif bir düşünce, ancak çağrı yapmaktan, sağduyuya, duyarlılığa davet etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
Uluslararası Mimarlar Birliği’nin 2. Bölge yapılanması içinde İsrail, Filistin ve Lübnan Mimar Odaları ile birlikte çalışıyoruz. Son olarak savaş öncesinde Sofya’da gerçekleştirilen Interarch etkinliğinde bir araya gelen Oda temsilcileri bölgedeki gerginlikleri değerlendirmişlerdir. Mimarlar Odası olarak bir katkısı olabilir düşüncesiyle sonbaharda İstanbul’da İsrail ve Filistin Mimar Odalarının katılacağı bir toplantıya seve seve ev sahipliği yapabileceğimizi söylemiştik. Çağrımız halen geçerlidir.
Filistinli, Lübnanlı ve İsrailli meslektaşlarıma, yüzyıllardır birlikte yaşanılan bu topraklarda her şeye rağmen yine de birlikte yaşayacağımızın bilincinde olarak duyarlılık, empati ve sağduyu diliyorum. İnsanlık tarihinin başladığı bu bölge her türlü saldırganlığı ve kışkırtıcılığı boşa çıkarabilecek ve tekrar kendi huzurunu kendi eliyle sağlayabilecek birikime sahiptir, buna inanıyorum.