Orman Yangınlar ‘Çevrecilik’ ve Ekoloji



Orman yangınları konusunda toplumumuzda gösterilen hassasiyetin son yıllarda giderek artması, halen yüzde 90’ı insan kaynaklı ortaya çıkan orman yangınlarının önlenmesi konusunda bir bilinçlenme yaratması bakımından önemli. Bu hassasiyetin doğuşunda, özellikle popüler basında karşılaştığımız “ciğerlerimiz yanıyor” veya “yangınlarla kaybettiğimiz ormanlarımız” söylemleriyle doruğa çıkan “çevreci” bir yaklaşımın rolü olduğu yadsınamaz.

Ancak, her ne kadar iyi niyetli olsa da, duygusalca verilen tepkilerden oluşan bu çevreci yaklaşımları ortaya koyanların, Akdeniz ekosistemi dinamiklerinden bihaber olduklarını da üzülerek görüyoruz. Bu konuda yeterli bilgiye sahip olduğunu varsayabileceğimiz birçok sivil toplum kuruluşu bile, popüler söylemin etkisi altında bu yönde açıklamalarda bulunuyor. Ekolojik enformasyon altyapısından yoksun bu çevreci yaklaşımlar, yangınların büyük bir felaket olduğunu, yangınlar sonucunda ormanlarımızı yitirdiğimizi, yanan alanlarda hemen ağaç dikmek gerektiğini toplumun bilinçaltına yerleştiriyor.

Oysa, bilimsel literatürdeki ekolojik enformasyon birikiminin sonucunda ortaya çıktığı üzere, Akdeniz ekosistemlerinde orman yangınları, çok sık aralıklarla meydana gelmedikleri müddetçe, ekosistemi tamamen tahrip eden bir etmen değildir. Ülkemizde bulunan Akdeniz ormanları ve çalılıkları, onbinlerce yıldır yangına maruz kalıyor ve bu bölgelerdeki bitki türleri yangına karşı birçok uyumsal özelliğe sahip. Örneğin, maki vejetasyonuna ait birçok türün toprak altı organları yangını canlı olarak atlatıyor. Öyle ki, bu türler meydana gelen yangından sadece birkaç ay sonra kökten yeni sürgünler vererek büyümeye başlıyor. Yangından sonra nesillerini devam ettirmeye yönelik başka bir uyumu ise, tohumları yangından sonra çimlenme yeteneği kazanan bitkilerde görebiliriz. Bu bitkilerin tohumları normal şartlar altında su geçirmez özellikte ve dolayısıyla çimlenme yeteneğinden yoksun olmalarına karşın, toprakta yangın sıcaklığıyla karşılaştıklarında sert tohum kabuklarının çatlamasıyla su alabilir ve çimlenebilir hale geliyor.

Ülkemizde yangına en sık maruz kalan ormanların baskın türü kızılçam ise, olası bir yangına karşı kozalaklarının bir kısmını yıllarca kapalı olarak bekletiyor. Bu kozalaklar, yangın sırasında içindeki tohumları yüksek sıcaklıktan koruyor. Yangından sonraki birkaç hafta içinde ise bu kozalaklar açılarak, çam tohumlarını, üzerinde bitki örtüsünün olmadığı ve kül tabakasıyla mineral açısından zenginleşmiş toprağa bırakıyor. Bu olgu, gölgeye dayanıklı olmayan kızılçam fidelerini neden yaşlı ormanlarda değil de yeni yanmış alanlarda gördüğümüz sorusunun cevabını da içinde barındırıyor.

Yukarıda değinilen uyumsal özelliklerin bir sonucu olarak, yangından sonra Akdeniz ormanları kendilerini yenileme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla, yangından sonra kendi kendini kısa sürede yenileyebilecek olan bu ormanları, sadece ağaç dikerek eski haline kavuşturmaya çalışmak da tam bir “çevreci” faaliyet olurdu. Neyse ki, iyi niyetli çevre gönüllülerinin zannettiklerinin aksine, bizzat konunun içerisinde yer alan Orman Teşkilatı, çok farklı yöntemleri birarada kullanarak (kendi haline bırakma, dal serme, tohum serpme, ağaç dikme vb.) bu alanların tekrar eski durumlarına gelmelerine yardımcı oluyor. Ekolojik bakış açısıyla konuya eğildiğimizde ise, bu ormanların ve çalılıkların eninde sonunda yangına maruz kalacağını, her yörenin kendine özgü bir “yangın rejimi” olduğunu (yangının sıklığı, şiddeti, mevsimi vb.) ve yangının bazen biyolojik çeşitliliği artırıcı etki yapabildiğine de değinmemiz gerekir.

Sonuç olarak, bu yazıda ekosistemlere “çevreci” gözlüğünden bakmakla “ekoloji” gözlüğünün ardından bakmak arasındaki fark, orman yangınları örneğinde açıklanmaya çalışıldı. Yangın sonrası ekosistem dinamikleri hakkında bilgimiz arttıkça, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz yangın gerçeğiyle yüzleşmek daha kolay olacaktır.

Çağatay Tavşanoğlu / Dr. Hacettepe Üni., öğretim ele.