Olaylar – Yorumlar: Yapı Dergisi’nin 30. Yıldönümü
YAPI’nın ilk sayısı Temmuz 1973’te çıkmıştı. Temmuz 2003’te otuzuncu yıl tamamlandı. Geçen otuz yılda dergi pek çok başarıya imza attı, ama en büyük başarısı herhalde, Türkiye dergiciliğinde yakalanması zor olan “süreklilik”i yakalamasıydı.
Gerçekten de YAPI, yayınını ilk yıllardaki çok küçük aksaklıklar dışında, otuz yıldan beri en düzgün sürdürebilen mimarlık dergisi oldu. Başlangıçtaki iki aylık yayın temposu Temmuz 1988’den sonra aylığa döndü, süreklilik hiç bozulmadan. Bu olgu, YAPI için gurur kaynağıdır.
Geçen otuz yıl içinde, okurlarına hep daha iyiyi sunmanın çabası içinde oldu. İlk sayıdan bu yana koleksiyonunu yapanlar, bu çabanın adım adım nasıl gerçekleştiğini somut olarak görebilirler. Daha iyi içerik, daha iyi kâğıt, daha iyi sayfa düzeni, daha iyi baskı, daha hacimli bir dergi... Değişmeyen hedef, çıkan her sayının bir öncekinden daha iyi olmasıdır. “Süreklilik”ten sonra yakalanan ikinci özelliğin bu olduğunu söyleyebiliriz. 2003 yılı başında yaptığımız boyut değişikliği de yine bu amaca yöneliktir. Gelen tepkiler, değişikliğin büyük bir çoğunlukla onaylanması şeklinde oldu ve bize güç verdi; tirajımız yükseldi, içerik zenginleşti, hacim arttı, sunuş rahatladı.
Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı Kurtarılmalı!
YAPI’nın yayınları hep toplumdan, insandan, çevreden, mimarlıktan, mühendislikten, tarihsel ve doğal değerlerin korunmasından yana oldu. Bu anlamda düşündüklerimiz, bildiğimiz doğrular her zaman açıklıkla ortaya kondu. Haziran 2003 sayımızda başlattığımız, “Amcazade Hüseyin Paşa (Köprülüler) Yalısı”nın kurtarılması kampanyası da yine tarihsel mirasın korunmasına yönelik bir çaba olarak ele alınmıştı. Kampanya beklediğimizden daha çok ses getirdi. Ortada şimdilik kurtarılabilen bir şey yok ama, en azından, duyarlılığından her zaman yakındığımız kamuoyunun bu kez konuya içtenlikle eğildiğini gördük.
Boğaziçi’nin ayaktaki (!) üç yüz yıllık en görkemli yalısını kurtarmak gerektiği düşüncesi medyanın ve toplumun ilgi odağı oluverdi. Amcazade yalısının bugünkü perişan halini gösteren fotoğraflar, kampanyamıza ilişkin haberler, Mimar Orhan Çakmakçıoğlu’nun nefis restitüsyon çizimleri YAPI’dan alınarak günlük gazetelerin hemen hepsinde boy göstermekte gecikmedi. Böylece, YAPI’nın başlattığı kampanya “yapitr” web sayfasına gelen 1500 imzanın da desteğiyle kamuoyuna geniş bir şekilde yansıtılmış oldu.
Yalı, bilindiği gibi, Köprülüler ailesine ait bir vakfın denetiminde. Mirasçı sayısının çokluğu, aile bireylerinin farklı beklentileri ve aile içi anlaşmazlıklara, ülkenin bitmez tükenmez bürokratik engellemeleri de eklenince yalı tarihsel geçmişinde de sıkıntılarla karşı karşıya kalmış. Daha önceki dönemlerde de bugünküne benzer durumlar yaşanmış. Yalı harap duruma düşmüş; onarılmış, ama bakımı, yaşatılması bir türlü sağlanamamış. İşe ünlü Fransız yazar Pierre Loti bile karışmış. Loti, 1915’te Paris’te yayınlanan “Le Yali des Keuprulu” adlı kitaba yazdığı önsözde, “yıkılmaya yüz tutmuş bu eski konaklardan biri var ki, ne pahasına olursa olsun kurtarılması gerekiyor” demiş (1).
Yıllar sonra yine, P. Loti’nin bıraktığı noktada olduğumuz görülüyor. Ne var ki bugün, durum çok daha kötü. Yalının, P. Loti’yi etkisi altında bırakan bölümlerinden birçoğu artık ayakta değil. Sözümona ayakta kalmış tek bölüm, içi yolunmuş “Divanhane”de artık ayakta duramayacak halde son demlerini yaşamakta. Boğaziçi’nde, pejmürde bir değerbilmezlik anıtı halinde çökeceği günü bekliyor.
Yalının hiç değilse kalan bölümünün bir an önce kurtarılması gerekiyor. Bunu kimin yapacağı hiç önemli değil. Devlet mi yapar, mirasçılar mı türünden sorular bizi hiç ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren, kişilere kalmış olan miras değil, çökmekte olan mimarlık mirası. Denizde, boğulmakta olan bir insanı kimin kurtaracağını tartışmak ne denli anlamsızsa, tarihsel yalıyı kimin kurtaracağının tartışılması da aynı derecede anlamsız görünüyor. Bu düşüncemi söylediğim bir arkadaşın anlattığı fıkrayı buraya aktarayım: Bir Karadenizli denize düşmüş. Birisi kurtarmak üzere elini uzatmış, “Ver elini” diye bağırmakta... Ne var ki denize düşende o doğrultuda herhangi bir tepki yok; yalnızca çırpınıyor. Çevreden yetişenler, “Olmaz” demişler. “Ver elini değil, al elimi” diyeceksin.
YAPI’nın dediği de bu: Ne olur, “Al elimi” diyen biri çıksın.
34 Yıl Önceki Bir Olay
YAPI dergisi, yayın yaşamının 30. yılını doldururken, ben de yayıncılıkta 42 yılı doldurdum. 1961’de İTÜ’de son sınıf öğrencisiyken Mimarlık ve Sanat dergisiyle başlayan serüven, Mimarlar Odası’nın dergisi MİMARLIK’la, daha sonra da Yapı-Endüstri Merkezi yayınları ve YAPI dergisiyle sürdü. Doğal ki her işte olduğu gibi, yayıncılıkta da yol kazaları (isterseniz “iş kazası” diyelim) olabiliyor. Bunlardan birini yıllar önce MİMARLIK dergisinde yaşadık.
Olayın taraflarından Mimar Metin Hepgüler bir web sitesinin kendisiyle düzenlediği soru yanıt programında o olaya ilişkin olarak gelen bir soruyu yanıtlamış (2). Programdan geç haberim oldu. Beni de ilgilendiren bu konunun yaklaşık otuz dört yıl sonra yeniden gündeme gelmesi ve mesleki belleğin bunca zaman sonra hâlâ canlı kalabilmesi beni hem şaşırttı, hem sevindirdi.
Hepgüler’in konuyu olduğundan farklı anımsadığı anlaşılıyor. Kendisine yöneltilen soru şu : “Sizin Mimarlar Odası’nın bir yarışma projesi için alıntı olması nedeniyle bir ihtar alıp almadığınız ve diğer mimarların sizinle ilgili neden çekinceler ve etik açıdan tereddütlerle bahsettikleri...”
Yanıt şöyle: “...Hiçbir yarışma proje veya tatbikatım alıntı olmamıştır ve odamızdan bu mevzuda ihtar almadım. Aksine, Kurtboğazı konkurunda, yıl 1966-67’de Doğan Tekeli, Sami Sisa ile ortaklığımızın bitiminde, Kurtboğazı’nın imar planı, otel, yerleşim ve planlamasında ben 1. ödülü, Sayın Doğan Tekeli 2. ödülü almış, rahmetli Sami Sisa elenmiş idi. Bu projenin yarışma programında olmayan izci çadırları için yarışma yıl sonrası tatbikatında verdiğim skeç için, bir meslektaşımız, mecmuasında “İsrail’deki çadırlara benzemektedir” ibareli neşriyatta bulundu.
1. İsrail’deki proje ile hiçbir ilgisi yok idi,
2. Programda yer almamıştı,
3. İsrail çadırı, benim yarışmayı kazanmamdan çok sonra dış basında, sanırım l’Architecture d’Aujourd’hui’de yayınlanmıştı,
4. Bugün benden çekinerek bahsedenleri, maalesef, bir zamanlar pek yakın olduğum birileri yönlendirmiş ve halen yönlendirmektedir,
5. Yalan neşriyatı etki altında yapan meslektaşımızı mahkemeye verdim ve netice, kendisinin özür dilemesi ve tazminatı ile alındı. Davayı takip eden avukat Sayın
G. Çetinakıncı olmuştur.
Bu mevzularda siz ve arkadaşlarınız daha açık ve detaylı bilgi isterseniz, lütfen beni ocak ilk yarısında arayınız. Size nakledilen tüm maksatlı, yanıltıcı ve beni psikolojik nedenlerle hedef alan taktikleri bir çay saatinde anlatayım.”
Hepgüler konuyu unutmuş gibi görünüyor. Örneğin, “bir meslektaşımız, mecmuasında “İsrail’deki çadırlara benzemektedir” ibareli neşriyatta bulundu” diyor. Gerçekte, sözünü ettiği dergi MİMARLIK dergisidir, meslektaş da benim. Dergi Odanın dergisiydi; ben de derginin yazı işleri müdürü idim. Derginin ayrıca, benimle birlikte Sedat Gürel, Doğan Kuban, Ahmet Keskin, Demirtaş Ceyhun’dan oluşan bir Yayın Komitesi vardı. Yayınlar bu komitenin süzgecinden geçerdi.
Herkes Hepgüler’in çay davetine katılamayacağına göre olayı biz anlatalım.
1969 yılıydı... Arkitekt dergisinin 326. sayısında (1967/2) bir yarışma projesine yer verilmişti: Bir süre önce sonuçlanmış olan DSİ Kurtboğazı Rekreasyon Tesisleri Mimari Proje Yarışması’na.. Birinciliği mimar Metin Hepgüler kazanmıştı. Arkitekt’te yayımlananların bir bölümü, l’Architecture d’Aujourd’hui dergisinin Şubat-Mart 1963 tarihli sayısında, yani yarışmadan sonra değil, çok önce yayımlanmış olan, İsrail’deki Club Med için yapılmış bir projeyi çok andırıyordu.
İki dergi yan yana getirildiğinde bazı çizimlerin, benzerlik boyutunu aştığı, hattâ tıpatıp aynı olduğu görülüyordu. Temeli, “yaratma ve özgünlük” olan bir meslek ve sanat dalı için kabul edilemez bir durumdu bu. MİMARLIK’ın 1969/7. sayısında, her iki dergide çıkan çizimleri “Aşırı Bir Benzerlik Örneği” başlığıyla karşılıklı iki sayfada verdik. Bir sayfada l’Architecture d’Aujourd’hui’nin ilgili sayfası, ötekinde Arkitekt’inki ve çok kısa bir yorum.
O tarihlerde mimarlık konularına bugünkünden daha duyarlı olan mimarlık topluluğu, olaya büyük bir tepki gösterdi. Konu, Mimarlar Odası Yönetim Kurullarında bile görüşüldü. Bu arada Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nden Yayın komitesine bir yazı geldi. Bu yazıda Hepgüler’in yaptığı kınanıyor, yayından dolayı MİMARLIK Dergisi kutlanıyordu. Bir sonraki sayıda bu mektuba da yer verdik. Olay büyüdü.. Hepgüler, gönderdiği uzun bir açıklama yazısının dergide yayınlanmasını istiyor, aksi halde yargı yoluna gideceğini belirtiyordu. Yayımlanmasını istediği yazı, olaya açıklık getirmekten çok, yayınımızı suçlar nitelikteydi. Yazıyı yayımlamadık. Hepgüler dava açtı.
Davada, derginin yazı işleri müdürü olarak beni ve derginin sahibi olarak Mimarlar Odası’nı yalan yayınla ve kendisine hakaret etmekle suçluyor, 100 bin TL manevi tazminatın yanısıra benim hapisle cezalandırılmamı istiyordu.
Basın o tarihlerde, bugünküyle kıyaslanamayacak ölçüde ciddi yasal baskılar altındaydı. Davayı Oda ve benim adıma o zaman Oda’nın avukatı olan Abdullah Sert izliyordu. Hakim, konuyu incelemek üzere üç kişilik bir bilirkişi heyeti görevlendirmişti: Avukat Hakkı..., mimar Kâmil Bayur ve inşaat mühendisi Yavuz Erdem.
Elimizdeki bütün belgelerle birlikte, Arkitekt ve l’Architecture d’Aujourd’hui dergilerini mahkemeye sunduk, hattâ projelerin DSİ’den getirilmesini sağladık. Bir yandan da tanık bulmaya çalışıyorduk. En iyi tanığın, yarışma projesini yayımlamış olan Arkitekt dergisinin sahibi mimar Zeki Sayar’ın olabileceğini düşündük. Kendisini telefonla aradım, saygılarımı dile getirdikten sonra, yayımladığı projeleri nereden sağlamış olduğunu öğrenmek istediğimi söyledim. Yanıtı, “Tabii ki müellifin kendisinden.. Başka nereden olabilir ki?” şeklinde oldu. Rahatlamıştım... “Peki bu konuda mahkemede tanıklık yapar mısınız?” sorusuna aldığım yanıt ise dondurucuydu: “Hayır, tanıklığa çağırırsanız tersini söylerim. Beni bu işe hiç karıştırmayın” (3).
Bu arada DSİ’den gelen bir yazıda, İsrail’deki projenin tekrarı olan çizimlerin yarışmaya sunulan projeler arasında olmadığı, ancak daha sonraki bir aşamada kendilerine teslim edilen projeler arasında bulunduğu bildiriliyordu. Nitekim bu çizimlerin mahkemeye getirilen projelerin arasında yer aldığı görüldü. Bilirkişi heyeti konuyu inceledi ama, heyetin konuya yaklaşma tarzı ve anlayışı “mimarlık etiği” duyarlılığından uzaktı. Sundukları raporda, hukukçu üyenin konuya kendi meslekî gözlüğüyle baktığı, görüşlerini öteki üyelere kabul ettirdiği anlaşılıyordu. Mimarlık etiği üzerinde hiç durulmuyor, yalnızca yayında hakaret unsuru aranıyordu.
Sonuçta, özetle, iki türlü hata yaptığımızı ileri süren, mimari duyarlılıktan uzak bir rapor çıkmıştı ortaya. Alıntı projeler DSİ’ye bir ileri aşamada verilen projelerin arasındaydı ama, yayınımızda yarışmaya sunulmuş projenin içinde gösterilmişti. Aslında bunlar, bizim kaynağımız olan Arkitekt dergisinde yarışma projesi olarak yayımlanmış ve Arkitekt’in yayınını müellif tekzip etmek ya da düzeltmek gereğini duymamıştı. Ortada bir alıntı olayı vardı, ama yarışmada değil de sonradan idareye teslim edilen projelerde. Raporda bu durum dikkate alınmıyor, alıntı projelerin “yarışmada olmadığı halde yarışmadaymış gibi sunulmasının müellif mimarı üzmüş olabileceği” vurgulanıyordu. İkinci nokta ise Mimarlar Odası Ankara Şubesi yazısının hakaret içerdiği kanısıydı. Yani, kısacası, bilirkişilerin anlayışına göre, Hepgüler’i üzmüş ve kendisine yayın yoluyla hakaret etmiştik. Kendisinin yaptığı telif hakkı ihlali ise dikkate alınmamıştı. Özetlersek, dava bir mesleki etik davası olmaktan çıkmış, bir hakaret davasına dönüşmüştü.
Ceza davası sürerken, çıkan 1974 affıyla düştü. Tazminat davası ise sonuçlandı. Ve mahkeme davacıya 65 bin TL (yaklaşık 4700 dolar) manevi tazminat ödememize karar verdi. Oda’dan herhangi bir katkı beklemeden takside bağlatarak son kuruşuna kadar ödedim. Özür dilemem gerektiğini ise hiç düşünmedim.
1. Kuruyazıcı Hasan; “Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı”, YAPI 258, Mayıs 2003, s.71.
2. Arkitera Forum, 24 Aralık 2002.
3. Zeki Sayar, daha sonra gönderdiği kartlarda ve kitaplarda -Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğüm nedeniyle- beni, “Türk Mimarlarının Viollet-le- Duc’ü” olarak nitelendirilecek ve gönlümü almaya çalışacaktır.