Müzenin Hali, İstikbali



Müze hiç bu kadar konuşulmadı.
Son yirmi yılda dünyanın hemen
her yanında müze konuşmak çok
revaçta. Bir yandan üniversitelerde
Müze İncelemeleri bölümleri açılır,
akademisyenler yetişirken, öte
yandan bir müze krizidir tutturuldu.
Müze takıntısında takılı kalındı. Ne
yapıldığı (biriktirildiği, sergilendiği)
fazla ilgi çekmiyor. Nasıl yapıldığı
(mimari projesinden, çevre halkıyla
ilişkisine) hakkında döktürüldükçe
döktürülüyor. İşte bahçesindeki
bitki örtüsünden, lokantasındaki
mönüsüne hatta dükkânında satılan
nesenelere varıncaya. Müzenin
halinde bir garabet olduğu bi damla
su götürmez.

Yakın zamanda, büyük Luvr’da bir
Arabistan sergisi açıldı. ‘Arabistan
Yolları’. Tam 4000 yıllık bir tarih
dönemine ait 300 küsur parçalık bir
koca sergi. Sergilenen şeylerin büyük
çoğunluğu daha önce Suudi Arabistan’da
da izleyiciye gösterilmemiş. Malum o
ülkede resmi tarih MS 600’lerde Hz.
Muhammed’le başlıyor. Luvr’cular,
Mede’in Salih’deki kazıdan topladıkları
‘putları’ (hani şu peygamberin kırdıkları)
Paris’de sergiliyorlar. İki ülke arkeoloji-
müze konularında can ciğer, kuzu sarması.
5 sene önce, Suudi Prens El Valid Luvr’a
tam 17 milyon avro bağışlamış. Neden?
Luvr’da kurulacak İslam Sanatı bölümüne
‘küçük bir katkı’ olsun diye. Bölümün
adı İslam olduktan sonra çıkarılıp müzeye
konulan eserler Cahiliye dönemine aitmiş
gam! El Valid kim? Kral’ın yeğeni ve Suudi
Turizm ve Eski Eserler Yüksek Kurulu Başkanı.

Bu işi kıvıran kim? Luvr’un Başkanı H.
Loyrette. Hani İzmir kenti adını taşıyan
heykelleri geri isteyip karşılığında işbirliği
önerdiğinde ‘Bu heykelleri, 1685’de, kralımız
XIV. Lui döneminde serbest piyasadan
iktisab ettik’ diye geri çeviren yönetici.
En son serginin sponsorunun da Fransız
petrol kumpanyası Total olması akla
yakın. Son zamanlarda bizim coğrafyaya
muhabbeti kabaran Luvr’un 2013’de Abu
Dabi şubesini açmaya hazırlandığı unutulmamalı.

Ülkemizde ise kültürel ihale demokrasisi
yeni bir açılımın eşiğine geldi.
Topkapı’dan, Sedir Adası’na müzelerin
ve ören yerlerinin gişeleri yakında ihaleye
çıkıyor. İstanbul 2010’da başarısı
kanıtlanan(!), artık bir hükümet etme
üslubu haline gelen ihaleyle müze
biletleme, giriş-çıkış işleri özel
şahıslara gelir ortaklığı (‘yüklenici
payını en düşük veren kazanır’)
yöntemiyle devredilecek. Devletimizin
bu işi yapamadığını, yapmayacağını
itiraf etmesi güzel. Lakin, sonrasında
(ve öncesinde) sorular var. Cevapları
alınmalı. Alınmazsa aranmalı. İhaleyi
almak için ehil olanlar kimler? Gişe
brüt gelirlerini şeffaf olarak nasıl
bileceğiz? Yüklenicilere ne kadar
yatırım mecburiyeti getiriliyor? Müze
yönetimiyle yüklenici ilişkisi nasıl
düzenleniyor? Devlete devredilen gelir
nasıl, nerede kullanılacak? Soruları
uzatmak mümkün. Ama gereksiz. Bir
fırsatın bir felakete dönüşmesi doğru
soruları, doğru zamanda sorup cevap
almakla önlenebilir.

Bir de ihale kapsamına girmeyen ‘küçük’
müzeler için başka bir yöntem denense?

Bu haberin arka sayfasında işten atılınca
cinnet geçirip cinayet işleyen (Tire Müzesi
müdür yardımcısı aldığı saçmalarla saçma
bir cinayetin kurbanı olmuş) müze çalışanı
haberini okuyunca ürperiyor insan. İster
istemez.

Kültürün finansmanı kritik konu. İstanbul
2010’un finansmanı, ihale yöntemini doğru
tartışmak için elimizde yeterli veri mevcut
değil. İşleri yüklenen şirketlerin hangileri
olduğu, her birinin ne kadarlık ihale aldığı,
kültür konularında ne kadar ehil oldukları
uzun uzadıya konuşulmalı. İhale farz ise,
nasıl işlediği bilinmeli. Dahası, Milli
Piyango özelleştirme şartnamesine,
İngiltere’de olduğu gibi, her biletin
binde yarımının kültüre ayrılmasına dair
bir şartçık konulamaz mı?

Evet efendim, tastamam öyle. Kültür(de)
politikadır aynı zamanda.

Müzeye gelince hal malum, istikbalse
meçhul.