Dünyanın en pahalı şehirlerinden birini düşünün. Böyle bir şehrin en gözde alışveriş semtinde yer alan bir dükkân aldığınızı gözününüzün önüne getirin. İki katlı böylesine bir dükkânın en görülen yerine muhtemelen en gözde ürünlerinizi koyardınız değil mi?
2000 yılında dünyanın en saygın mimarlık ödülü Pritzker'i alan Hollandalı mimar Rem Koolhaas sizin gibi düşünmüyor. 2001'de New York'un gözde alışveriş mekânlarından SOHO'daki Prada mağazasını tasarlarken, giriş katını bir dalga şeklinde yapıp sadece 24 manken koymayı tercih etmiş. Bugün haftasonları mağazaya girmek için sıraya girilen Prada mağazasındaki ürünleri ise bir alt katta sergilemeyi tercih etmiş.
İlginç olan, bunu yaparken harekete geçtiği düşünce. New York'ta en pahalı şeyin mekân olmasından hareketle Prada'nın şehrin en gözde yerindeki böylesine değerli bir mekânı boş bırakarak belki de "lüks" kavramına 'cool' bir bakış açısı getireceğini düşünmüş.
Ancak elbette şehirlere göre lüksün tanımı da değişebiliyor. Mesela New York'ta Manhattan için belki de bir dükkânı boş bırakmak lüks sayılabiliyor, İstanbul'da bizim yeni Manhattınımız sayılan Maslak'ta birkaç araziyi boş bırakmak, satmamak ise bırakın lüksü enayilik sayılıyor. Maslak'ta Karayolları arazisinin ardından İETT garaj alanının da Dubaili bir firma tarafından burgu kuleler inşa etmek üzere bir milyar dolara satılmasını neredeyse milli bayram coşkusu ile kutladık. Herkes ellerini ovuşturarak ne kadar kârlı bir satış yapıldığına seviniyor. Birkaç 'çatlak' ses bu sevinç gösterilerinin içinde altyapı ya da yol olmamasından sızlanıyor o kadar.
Bu hengame içinde biliyorum ki "O arazinin satılması yerine yeşil alana dönüştürülmesi mümkün değil miydi?" diye sormak fazlasıyla naif hatta absürd kaçabilir. Ama bu kârlı satışı kutlayanları karşımıza almayı göze alarak hadi soralım: "Ey İstanbul Büyükşehir Belediyesi, o araziyi neden sattınız?" Belediyeye ait böylesi bir arazi yeşil alan olarak değerlendirelemez miydi? Maslak gördüğümüz kadarıyla çirkin gökdelenleri ile İstanbul'un yeni ve hayli sıkışık bir yerleşimine dönüşürken bir belediyenin görevi en az yol, su, elektrik kadar yeşil alanları muhafaza etmek, yoksa oluşturmak da değil midir?
Ahh Kadir Topbaş
Muhtemelen, buraya inşa edilen dev gökdelenlerde yanıbaşındaki Gültepe sakinleri oturmayacak. Onlar şu günlerde kafaları karışık bir şekilde gökdelenlerin burgu mu düz mü olacağından çok, bu satışın kendilerini nasıl etkileyeceğini düşünüyorlar. Kimi ev fiyatları arttı diye seviniyor, kimi kiralar artacak diye kara kara düşünüyor. Bir kısmı ise kafaya takmıyor, şu zalim Nisan ayında pazar günleri mangalları alıp üst üste piknik yapacakları sahil yoluna gitmeyi tercih ediyor. Oysa hemen yanıbaşlarında, yani şehrin ortasında bir yeşil alan oluşturulsa belki de o mangallarıyla bir zamanların İETT garajına gidebileceklerdi. Gelin görün ki o zaman da şehrin bu yeni zengin ve mutena silüetini bir hayli inciteceklerdi! Metrekaresi 18 bin dolar olan bir araziye yakışmayacak manzaralar elbette! O zaman, satın gitsin...
Kendisi de mimar olan Kadir Topbaş'ın son derece orjinal fikirlerini nasıl hayata geçiremediğini izliyoruz yıllardır. Mesela kendisi göreve ilk geldiği günlerde Taksim'deki otobüs garajını kaldıracağını, trafiği aşağı (evet yerin altına) kaydıracağını vaat etmişti. Ben şimdi Taksim'deki otobüs garajının satılmasından da korkmaya başladım bakın. Birkaç milyar doları bastırana verin gitsin, yanındaki park da bizden hediyesi!
Madem Maslak'dan Taksim'e geldik hemen başka bir güncel mimarlık tartışmasına geçelim. Bildiğiniz gibi son güncel tartışmamız, "AKM yıkılsın mı?"
Talan
AKM binasını yapan mimar Hayati Tabanlıoğlu'ydu. Bugün bu manasız tartışmaya en çok itiraz eden isimse o mimarın yine mimar olan oğlu Murat Tabanlıoğlu. Ona göre ortada bir bina değil, işletme problemi var. AKM, bildiğiniz gibi gündelik hayatın içinde İstanbullular için önünde buluşma, randevusu verilen bir yer olarak işlev görüyor. Oysa kafetaryaları, tiyatro salonu hatta gişeleriyle, şehrin başka bir buluşma noktasına dönüşebilir. Ama gelin görün ki 'o kafa' işletmeyi değiştirmeyi düşünmek yerine, yıkıp, ihalelendirip yapmaktan yana. Tabii bu noktada işin içine komplocu yaklaşımlar da giriyor. Taksim'e yıllarca cami tartışması yapıldıktan sonra nereden çıktı AKM'nin yıkılması değil mi?
Taksim'de AKM'ye arkanıza alıp İstiklal Caddesi girişine geldiğinizde yani AKM'nin birkaç yüz metre ötesinde, dünyanın en güzel camilerinin bulunduğu İstanbul'un en çirkin cami minaresini göreceksiniz, sakın şaşırmayın... Taksim meydanında Sular İdaresi'nin İstiklal girişinde, tenekeden gecekondu şeklinde çıkan minare bir parça estetik kaygısı gelişmiş insan için bir utanç kaynağı. Yerine, daha şık ya da daha modernini geçelim, biraz daha düzgün bir minare yapılamaz mı sahi? Hiç kimseyi rahatsız etmiyor mu, böylesine çirkin bir minare? Yoksa bu da mı tabu?
Bizde mimarlık denilince akla lüks tüketim geliyor. Şehirler mimar olan belediye başkanlarından çok parası olana ve Allaha emanet edilmiş durumda. Mesela, İstanbul'un en çok tartışılan gökdeleni Gökkafes'e karşı, duyarlı İstanbulluların yapabildiği tek şey (Kadir Topbaş ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dahil) protesto edip gitmemek, o kadar. Ne varoştaki kaçak gecekonduları yıkabiliyorsunuz ne de Acaristanbul'u. Zengini ile fakiri bir şehri talan ediyor, diğerleri ise kaygısızca gözden kaçırıyor.
Bu manzaraya bakınca modern zamanların dinamik düşünürü Alain de Botton'un son kitabı Mutluluğun Mimarisi'ni yazarken Japonya'dan Kuzey Avrupa'ya kadar dünyayı dolaşıp İstanbul'a uğramadığına ve bu talanı görmediğine şükrediyorsunuz. Mutluğun Mimarisi, görüp de görmezden geldiğimiz mimarinin hayatımızda ne kadar belirgin bir yeri olduğunu anlatıyor. Tarihten ve hayatın içinden pek çok farklı alıntı ve göndermeyle, tıpkı bakmaya doyamadığınız size ilham veren bir bina gibi çeviriyorsunuz sayfalarını. Kitap mutluluğun, güzel bir bina, temiz bir kırmızı masa ya da şezlonglarınıza uyumlu renkte havlularla yakalanmayacağını, gerçek mutluluğun insanların içinde, ilişkilerinde, evliliklerinde olduğunu vurgulayarak başlıyor ve bir temenni ile bitiyor.
"Bakir toprakların üzerinde yaptığımız evler bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara".
İsterseniz bu temenniye son bir kelime ekleyelim. "ve İstanbul'a..."