“Yapıda Güven ve Teknoloji” mottosuyla yola çıkan ve 24 senedir yapı sektörüne özellikle statik projeler alanında hizmet veren Yapı Teknik Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Teker ile yüksek katlı yapılar parantezinde rüzgarlama ve depremsellik konularını görüştük. Teker, ayrıca Afet Yasası’nı mühendislik alanı bakış açısıyla yapi.com.tr için değerlendirdi.
Öncelikle firmanız ve firmanızın faaliyet alanları hakkında kısa bir bilgi alabilir miyiz?
Yapı Teknik, 1988 yılında, “Türkiye için sağlam binalar üretmek ve bu binaları hayata geçirmek” hedefiyle kuruldu. O günden bu yana kuruluş amacından sapmadan binlerce sağlam bina üreten Yapı Teknik, Türkiye genelinde pek çok başarılı projenin gerçekleşmesinde rol aldı.
Yapı Teknik’i iki arkadaş olarak kurduk, ancak 1995 yılında firmanın idari kurgusunu değiştirdik. Yapı Teknik, şu anda çekirdekten yetişerek sisteme dahil olan 6 mühendis ortaktan oluşuyor. 20’nin üzerinde mühendis, 20’nin üzerinde teknik eleman ile toplamda 50 kişiyi aşan bir kadromuz var.
Yapı Teknik’in çalışma alanları özetle nedir?
Faaliyet alanımız; statik betonarme ve çelik projeleri kapsıyor. Bu yapının hangi kısmını oluşturuyor? Bildiğiniz üzere; bir yapı öncelikle mimar tarafından tasarlanıyor, daha sonra mimari estetiğe zarar vermeden, yapının deprem ve rüzgar etkileri altında ayakta durabilmesi önem kazanıyor, bu da çelik, beton ya da ahşap ile oluyor. Bu bağlamda firmamız; ağırlıklı olarak beton ve çelik yapı sistemleri alanında hizmet veriyor. Bu yapı sistemleri arasında yer alan ahşap, tarihi yapıların restorasyonu dışında ülkemizde pek tercih edilmiyor. Bu anlamda biz de Yapı Teknik olarak, ağırlıklı olarak çelik ve betonarme projelerde yer alıyoruz.
Yapı Teknik gelecek için ne düşünüyor?
Öncelikle Yapı Teknik’in bu ülkeyi aşan, uluslararası bir firma olmasını istiyoruz. Siz de piyasadasınız araştırıyorsunuz, 2. 3. nesil devam eden firma çok az... Şahısta başlar şahısta devam eder ve o şahsın piyasadan çekilmesiyle o firma kapanır, kapanan firmadan ayrılanlar yeni bir oluşuma giderler. Bizim son birkaç yıldır kurumsal olarak altyapısını kurmaya çalıştığımız bir konu var. Yapı Teknik 150 yıl sonrada yine aynı hizmeti veren bir firma olsun istiyoruz ve özellikle bu anlamda bir yapılanmaya gidiyoruz. Yani şahıslara bağlı olmadan, bilgi birikimini üst üste katan uzun süreli bir firma olmayı hedefliyoruz. Bir diğer hedefimiz Yapı Teknik olarak İnşaat Mühendisliği bölümü olan özel bir üniversite kurabilmek.
Üniversite firma işbirliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gerçekleştirdiğimiz projelerde üniversite ile kol kola çalışıyoruz diyebilirim. Bunun hem bize hem onlara hem Türkiye’ye çok şey kattığına inanıyoruz. Hatırı sayılır hocalarımızla birlikte proje süreci boyunca birlikte çalışıyor, onlarla birlikte projelerimizi daha efektif, daha ekonomik ve daha sağlam bir şekilde yapma yoluna gidiyoruz. Aynı zamanda akademik çevre ile piyasadaki uygulamacı mühendislerin birlikte çalışmasını bir sosyal sorumluluk projesi olarak değerlendiriyoruz ve bu noktadan hareketle bir amacımız da ileride üniversitelerdeki öğrencilere uygulama sürecini daha iyi aktarabilmek üzere ders vermek ve öğrencilerle birlikte çalışmak.
Yapı Teknik, özellikle İstanbul’da gerçekleştirilen pek çok büyük projede yer alan bir firma. Yapı Teknik, İstanbul’a dair nasıl bir vizyona sahip?
İstanbul, 2000’li yıllara kadar aslında olması gereken yerde değildi. Diğer pek çok kente oranla daha köklü bir geçmişe sahip olan İstanbul, aynı anda iki kıtanın birleştiği tek şehir ve pek çok açıdan dünya başkentleri arasında lider durumda…
Belli bir dönem boyunca İstanbul’da ciddi sanayi yatırımı yapıldı ve bu durumun da etkisiyle yapılaşmada bir karmaşa meydana geldi. Belediye başkanları da başkanlıklarını devam ettirebilmek için bir dönem bu karmaşaya göz yumdular, fakat bu durum artık geçerli değil. Günümüzde yapılan her iş hesaplı ve planlı. Bu bakımdan İstanbul, finans, siyaset ve ekonomi başkenti olma yolunda ilerliyor. İstanbul’un, pek çok uluslararası yatırımcının ilgi alanına da girdiğini söyleyebiliriz. Gerek bilgi aldığımız gerek görüştüğümüz pek çok uluslararası firma, İstanbul’a yatırım yapmayı hedefliyor.
Projelendirme süreci nasıl ilerliyor? Yapı Teknik olarak bir projeye dahil olduğunuzda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Yatırımcının değerlendirmek istediği arazinin öncelikle imar noktasındaki problemleri çözülüyor ve projeyi gerçekleştirecek grubun seçimi söz konusu oluyor. Yatırımcı, mimarlar ile görüşerek gerçekleştirilecek projeye karar veriyor. Seçim yapıldıktan sonra, tasarım biraz daha genişletiliyor ve detaylandırılıyor. Bu noktada diğer çözüm ortakları dediğimiz; mekanik ve statik grup ile elektrik grubu devreye giriyor. Kendilerine ait olan kısımların çalışmalarını gerçekleştiriyorlar. Daha sonra bütün bu veriler çakıştırılıyor.
Bizim çalışma konumuz; tasarımı yapılan mimari konseptin deprem etkileri altında, eğer yüksek bir yapıdan bahsediyorsak rüzgar etkilerini de hesaplıyoruz, mimarisi bozulmadan taşıyıcı sistemini oluşturmak. Bunun için ilk önce yapının yapılacağı alanın sismik özelliklerini, yani zemin özelliklerini araştırıyoruz. Daha sonra yapının şekli, geometrisi, kat sayısı gibi yapının genel özelliklerini alıyor ve tasarım aşamasına geçiyoruz. Bu aşamada sistemin ne tür taşıyıcılar ile çözülmesi gerektiği, taşıyıcıların nerede, hangi kalite ve ebatta olması gerektiğine yönelik çalışıyoruz. Sonra mimar ile mimari fonksiyonlar belirleniyor.
Bu noktada zemin araştırması en önemli konulardan biri yanılmıyorsam.
Kesinlikle. Nasıl bir zeminde ne tür bir bina yapılacak bunun araştırmasını doğru bir şekilde gerçekleştirmek büyük önem taşıyor. “Bu bina mutlaka burada yapılmalı” dediğiniz an, zemin ile ilgili gerçekleştirilecek çalışmalar, yatırımı maliyet noktasında ciddi anlamda etkileyen bir faktör. Gerek vadilerde olsun gerek denize yakın… Kaya zeminden uzaklaştıkça zeminin yapıya daha fazla etkisi oluyor.
Bu anlamda sıvılaşma ve yüksek katlı yapı ilişkisi hakkında ne söyleyebilirsiniz? İnşaat mühendislerinin sıklıkla dile getirdiği bir konu var. Mühendislik anlamında yüksek katlı bir yapının herhangi bir zemine uygulanabileceğini; ancak bu durumun maliyeti arttırabileceğini ve yapının statik bakımdan doğru kurgulanması gerektiğini vurguluyorlar. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Kesinlikle doğru. Örneğin alüvyon bir zemin, bazen öyle oluyor ki; çok derinlere indiğinizde dahi sağlam zemini bulamıyorsunuz. Zemin yapısı sıvılaşmaya uygun oluyor ve sürtünme kazığı dediğimiz kazık dahi çalıştırılamıyor, bu tip durumlarda çok daha derinlere inip sağlam zemini bulabilmek için farklı sistemler uygulamamız gerekiyor. Tabi bu maliyetleri yapı maliyetine eklediğinizde hiç ummadığınız rakamlar çıkabiliyor. Böyle bir durumda; maliyet önem taşıyor ve söz konusu yapının mutlaka kararlaştırılan alanda yapılması gerekmiyorsa yapıyı kaydırmak en doğrusu, ama yapının başta kararlaştırılan alanda yapılması gerekiyorsa zaten artık maliyet düşünülmüyor.
Sizin bu şekilde bir serüveniniz oldu mu? Bir projeye başlayıp, “bu yapı böyle bir maliyet doğurur” dediğiniz ve farklı bir öneride bulunduğunuz durumlar oldu mu?
Hayır, olmadı. Heyelan riski bulunan bir bölgede gerçekleştirdiğimiz bir projemiz oldu. Anca bunun için heyelan riski taşıyan alanı boşalttık ve tamamen sağlam zemine indirerek, binayı sağlam zemine oturtarak çözdük. Tabi daha sonra boşaltmış oluğumuz alanlar alternatif mekanlar olarak değerlendirildi. İlk başta maliyeti arttırıyor gibi gözükse de sonradan kullanıma uygun mekanlar ortaya çıktı ve “iyi ki yapmışız” dedik.
Yüksek katlı yapıların inşası sürecinde özellikle dikkat edilmesi gereken unsurlar nelerdir?
Öncelikle, mimari tasarımla aynı anda mühendislik hesaplarının devreye girmesi ve projenin başında zemin özelliklerinin çok iyi araştırılması gerekiyor. Ancak yüksek katlı yapıların tasarımındaki en önemli unsur: doğru konumlandırılmış bir çekirdek tasarımı... Deprem ve rüzgar etkilerini taşıyan perdelerden oluşan sisteme ‘çekirdek’ diyoruz. Çekirdek, öyle konumlandırılmalı ki; merkezi bir noktada olmalı ve burulmaya maruz kalmamalı. Burulmaya maruz binalar için çok iyi hesap yapılsa bile beklenmedik hasarlar oluşabiliyor.
Yüksek katlı yapılarda, düşey taşıyıcıların boyutları normal yapıya oranla daha fazla oluyor ve bu anlamda hesaplama kriterleri önem kazanıyor. Genellikle Türkiye’deki yönetmeliklerden yararlanıyoruz, onların cevap veremediği noktalarda uluslararası yönetmeliklerden faydalanıyoruz.
Yapılar yükseldikçe iki düşmanla karşılaşıyorlar: deprem ve rüzgar… Deprem ve rüzgarın farklı kriterleri bulunuyor. Rüzgar için konfor şartlarının sağlanması önem kazanırken deprem için daha farklı şartlar aranıyor. Konuyu rüzgar bakımından ele alacak olursak; yüksek katlı bir yapının en üst katında yaşayanların rüzgardan etkilenmeyeceği bir tasarım oluşturulmasının gerekliliğinden bahsedebiliriz. Çünkü yüksek katlı yapılar denizde hareket eden gemiye benzer, deniz tutmasına benzer rahatsızlıklar oluşturabilirler, içinde midenizin bulanması normaldir, bu durumu en aza indirgemek ve konfor şartlarını sağlayabilmek için frekans hesaplarının yapılıyor olması gerekiyor.
Depremsellik konusuna odaklanacak olursak; bildiğiniz üzere özellikle 99 Depremi sonrası mühendislik alanında bilinç arttı, 2007 yılında ise deprem yönetmeliği yenilendi. Bu yönetmeliğe göre yapılan binaların şu anda sağlam olduklarını düşünüyoruz. Ama şu anda kazanılan tecrübe, yapılan araştırmalar, teorik çalışmalar ve bilgisayar sistemlerinin gelişmesi ile daha gerçekçi hesaplar yapılabiliyor. Biz bu hesapları ‘performans hesapları’ olarak adlandırıyoruz. Bu hesaplar ışığında, yapının deprem esnasındaki performansı ve risk değerlendirmesi yapılabiliyor. Performans hesapları, bizdeki yönetmeliklere henüz girmedi ama firma olarak uluslararası yönetmelikleri ve İBB’nin hazırladığı henüz taslak halinde olan ‘Yüksek Yapılar Yönetmeliğini’ kullanarak bu hesapları yapıyoruz.
Şu ana kadar Türkiye’de çözdüğümüz yapılarda rüzgar etkisi depremin önüne geçmedi, deprem etkileri hep daha fazla oldu. Ancak şu da bir gerçek; rüzgar etkisinin binada herhangi bir olumsuzluk oluşturmaması gerekiyor. Cephe elemanları alışılmışın dışında, normal yapılardan farklı tasarlanmalı, rüzgar tünelinde test edilmeli. Ayrıca yapının yapıldığı alandaki deprem kayıtlarının alınıp incelenmesi, bu kayıtlardan yola çıkarak etki değerlendirilmesi yapılması gerekiyor. Bunların hepsi çok hassas konular ve tamamının yapılması gerekiyor. Depremsellik konusu ile ilişkili olarak yürürlüğe giren yeni ‘Afet Yasası’ hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu süreçte dikkat edilmesi gereken konular sizin alanınız bakımından nelerdir?
Afet Yasası ile ilgili şehircilik ve mimarlık alanını ilgilendiren bir konu mevcut, biz mühendis olarak o konu hakkında bir şey söyleyemeyiz, dolayısıyla bizim statik mühendislik alanından bakmamız daha doğru olacaktır.
‘Kentsel dönüşüm bölgeleri’ adı altında tanımlanan alanları inceleyecek olursak; söz konusu alanlarda yapılaşmanın, geçmiş dönemlerde el yordamıyla ve kalfa marifetiyle önce tek katlı olarak daha sonra ihtiyaçlar doğrultusunda mevcut tek katın üzerine kat çıkılarak geliştiğini görüyoruz. Bu bölgelerde bulunan yapılar gerçekten rizikolu yapılar ve burada yaşayan insanlar karşı karşıya oldukları tehlikenin farkında değiller.
Bu kanun 10 yıl önce çıksaydı belki çok farklı şeyler konuşacaktık… Geç oldu ama yine de büyük bir girişim olduğunu düşünüyorum. Yeni yapılan binalar tamamen deprem yönetmeliği şartlarını ağlayan binalar olacağı için, deprem noktasında rizikosuz bölgeler oluşturulmuş olacak.
Eski yapıların, yapı malzemesi anlamında da ciddi sorunlara sahip olduğunu görüyoruz, özellikle kullanılan beton kalitesinin oldukça düşük olduğunu söyleyebiliriz. Bunun bir adım ötesine geçelim: eski yapılarda su yalıtımı yapılmadığı için suyun getirdiği korozyon problemi mevcut. Bina nem aldığında içindeki demir oksitlenerek demir özelliğini kaybediyor ve dolayısıyla taşıma özelliğini de… Çevremizde değil deprem, depremsiz dahi zor ayakta kalan yapılar bulunuyor. Bu bağlamda kentsel dönüşüm bizi de mutlu ediyor. Bu süreç olabildiğince kısa sürede tamamlanırsa çok daha mutlu olacağız diyebilirim.
Olası bir İstanbul Depremi’nde belli bir döneme ait yapıların hepsinde hasar oluşmasını bekliyor musunuz?
Geçmişte; eski yönetmeliğe uygun olarak hayata geçirilen, projeli, mühendislik hizmeti alan ve mühendis kontrolü uygulanan binaların hiçbirinde yapısal bir hasar beklemiyoruz. Ama günümüzde işler mühendislik hizmeti ile yürüdüğü için yeni binalar gerçekten iyi durumda.
Benim şöyle bir düşüncem var; “Mühendisin çay içmek için uğradığı binalar bile hasar görmez”. Çünkü o gün mühendis uğrayacaksa o şantiyede çalışan işçiler, kalfalar daha dikkatli çalışırlar. 1999 Depremi öncesinde bizim kontrolümüzde olan şantiyelerde özellikle demir ustalarıyla çok sıkıntı yaşardık, geldiğimizi görünce “Eyvah! Deprem geliyor.” derlerdi. O kadar çok depremden bahsederdik ki… Tabi depremden sonra tüm bu ekipler gelip teşekkür ettiler, “İyi ki bu kadar ısrar ettiniz” dediler
Siz projeyi tamamladıktan sonra ise yapı denetim firmaları sürece dahil oluyor.
Evet. Bizim görevimiz tamamlandıktan sonra yapı denetim firmaları devreye giriyor. Ama bu noktada yeri gelmişken bir konuya vurgu yapmak istiyorum; projeyi gerçekleştiren firmanın da yapı denetim hizmeti sürecine dahil olması gerekiyor. Proje bir şekilde tamamlanıyor ama mimari aşamada farklı sorunlarla karşılaşılabiliyor. Mühendislik gerektiren çözümler aranabiliyor. Dolayısıyla böyle durumlarda anında çözüm bulmak veya inisiyatifi projeye tamamen yabancı birine bırakmak yerine projeyi tanıyan, mühendislik hesaplarına hakim birilerinin çözüm getirmesi gerektiğine inanıyorum. Yurtdışında da bu şekilde, bizim çalıştığımız pek çok yatırımcı ile süreç bu şekilde devam ediyor.
Yurtdışı ortaklıklarınızdan ve bu kapsamda gerçekleştirdiğiniz projelerden kısaca bahsedebilir misiniz?
Varyap Meridian, 42 Maslak ve Maslak 1453 bu kapsamda ele alabileceğimiz projeler. Bildiğiniz üzere projelerin tasarım süreci yurtdışı ofislerinde gerçekleşiyor, özellikle de Amerikan menşeli mimarlık ofislerin çalışmaları ile başlıyor. Biz de statik projeyi hayata geçirecek ekip olarak söz konusu firmalarla yakın temas halinde oluyoruz.
Yurtiçi ya da yurtdışı, bu görüşme ve toplantılarda hararetli tartışmalar oluyor mu?
Kesinlikle oluyor, ama o tartışmaların hepsi masada kalıyor. Her tartışmanın sonunda hem mimarları hem yatırımcıyı hem de bizi mutlu eden en ideal, en doğru yolu mutlaka buluyoruz.
Tartışmalar ise şöyle gelişiyor; mimarlar tasarımlarında daha ferah mekanlar görmek istiyorlar, işin gereği perde ve kolon boyutlarının da mühendislik anlamında uygun olması gerekiyor, örneğin ilk başta bir kolonu “80x80’in üzerine asla çıkaramazsın” diyorlar tabi hesaplıyorsun yetmiyor… Ama sonunda kendisi de kabul ediyor, “Ben tahmin etmiştim ama şansımı denemek istedim” diyor. Mimarlarımızda artık çok estetik binalar yapmaya başladılar, bu estetik binaların da tabi ayakta durması çok önemli.