Max Weber mekâna yabancı olanların yerleşmelerinin şehrin belirleyici özelliklerinden birini olduğunu belirttikten sonra bunun mutlaka gönüllü bir yerleşim olması gerekmediğini de ekler: "Ortaya çıktığı her yerde şehir, esas itibarıyla o mekâna daha önce yabancı olan insanların yerleşmesiydi. Çinli, Mezopotamyalı, Mısırlı, hatta ara sıra da Yunanlı savaş prensleri şehirler kurarak buralara yalnızca gönüllü yerleşimciler değil, kaçırılmış insanları da talep ve imkânlar ölçüsünde yerleştirirdi." (Max Weber, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, Çev. M. Ceylan, Bakış Kitaplığı, 2003, s. 131)
Gerçekten, savaş esirleri, köleler çoğu zaman şehre yerleşmeye zorlanmışlardır. Örneğin Sümerlerin savaş tutsaklarını Dicle ve Fırat nehirleri kıyılarında kurulu şehirlerde çalıştırdıklarını biliyoruz. Fredy Perlman bizlere, Sümerlerde proleterin bir yabancı olduğunu hatırlatır. (Fredy Perlman, Er-Tarih'e Karşı, Leviathan'a Karşı, çev. İ. M. Aru, Kaos Yayınları, 2006, s. 36)
Mezopotamya şehirleri
Yabancı şehrin gelişmesinde rol oynamış, etkili olmuştur. Mezopotamya şehirlerinde proleter olarak, modern şehirde ise tüccar olarak rol oynamıştır. Tüccar gönüllü olarak yerleşen, şehre gidip gelme özgürlüğüne sahip olan yabancıdır. Modern şehrin kapıları ona hep açıktı. Dar bir çevrede örgütlenmiş, kendi kendine yeterli olmayan her şehir ve her ekonomi bu soy bir yabancıya ihtiyaç duymuştur.
Antik şehirde, şehir birliği klan gruplarından oluştuğu için birey ancak klanın üyesi olarak yurttaş sayılabiliyordu. Klan üyeliği ile yurttaş kimliği iç içe geçmişti. Şehir (polis) esas itibarıyla aileler örgütlenmesine dayanıyor, her aile ailenin kült yemeğinde bir araya geliyordu.
Ancak yine antik dönemde, yavaş yavaş bu komünal, ritüalistik yemeklerdeki dıştalayıcılık da kalkmaya başlamıştı; şölen masasına klan dışından yabancılar da oturabiliyorlardı artık.
Şehir klan ilişkilerinin çözülmesiyle yabancıya açılarak ekonomik ve kültürel açıdan gelişti. Klan bağlarının baştan beri zayıf olduğu ve bu bağların hızlı çözüldüğü orta ve kuzey Avrupa şehirleri kısa zamanda 'kurumlaşmış topluluk'lar haline geldiler.
Yabancı uzaktan bakabilendir, dolayısıyla nesneldir. Yabancılık nesnelliğin teminatı sayıldığı için İtalyan şehir devletlerinde yargıçlar şehrin dışından çağrılıyorlardı.
Şarkılar engel tanımaz
Fakat, Georg Simmel'in de belirttiği gibi modern şehirde yabancı bugün gelen yarın giden insan değildir. Uzaktan gelmiştir , bugün buradadır, yarın ve yarını izleyen gün de burada olabilir. Modern şehirde yabancılar hep olmuştur. Bazen çok sayıda gelirler, o zaman şehri istila ettiklerinden yakınılır.
İstilayı önlemek için düzenlemeler yapılır, duvarlar örülür. Şehir bölgelere ayrılır, yabancılar gettolara kapatılırlar. Olsun. Kültürler diller, şarkılar, öyküler engel tanımaz. Örülmüş duvarlardan içeri sızarak, sınırları ihlal ederek şehrin eski sakinlerinin seslerine karışır.
Georg Simmel daha geçen yüzyılın başında, modern şehirde para ekonomisinin hayatın her düzeyindeki egemenliğini saptamıştı. Gerçekten modern şehirde para ekonomisinin dayattığı, ekonomik çıkarlar üzerine kurulu ilişkiler şaşmaz bir dakiklik içinde yaşanır. Modern insanın 'aritmetik problemine dönüşmüş dünyası'nda her şeyin hesabı çıkarılır, hayat sayılarla ölçülür (Oysa, kim istemez T.S. Eliot'ın tepkisini paylaşmayı, hayatı çay kaşıklarıyla ölçmeyi).
Ama dakiklik şehir hayatının bir yüzüdür. Şehir aynı zamanda bizleri bu düzenin dışına çıkmaya kışkırtır. Diğer yüzüyle baştan çıkarıcı olan şehir, kozmopolit kültürün, kültürel melezliğin mekânıdır.
Bir başka deyişle, şehir sadece malların alınıp satıldığı bir pazaryeri, iktisadi bir alan değil; kültürel değiş tokuşun da gerçekleştiği bir zemin. Şehir mekânında kültürler karşılaşır ve temas ederler. Yabancıların şehre girmesi, orada bulunması şehir nüfusunun homojenleşmesini önler, şehir yabancılar sayesinde farklılaşır. Şehir hayatını tekdüze olmaktan kurtaran, heyecan verici kılan yabancıların varlığıdır.
Şehrin yapısı, şehrin nüfusu planlamacıların düzenlemelerini etkisiz kılacak kadar karmaşık ve çelişkili. İşverenler, işçiler işsizler, çalışanlar, aylaklar, zenginler ve yoksullar, yerliler ve göçmenler, hepsi aynı şehirde yaşıyorlar. Yabancılar gettolara hapsedilmiş olsalar da sınırları ihlal ediyor, tecrit alanlarını aşıyorlar. Yabancıların oluşturduğu amorf topluluklar belirli bir çerçeveye girmiyor, kalıplara sığmıyor. İstikrarlı davranış kalış kalıpları oluşturma yönündeki çabaları etkisiz kılıyor. Denetim altına alınamayan akışkanlıklarıyla şehir mekânının hiyerarşik örgütlenmesini bozuyorlar. Şehir coğrafyasında tesis edilen disiplin rejimlerinin işleyişinde aksaklık yaratıyorlar. Dilleri, bedenleri terbiye edilemiyor. Şehrin hem içindeler, hem dışında. Mekânsal olarak hem yakındalar, hem de uzakta.
'Güzel cemaat'
Şimdi belki bir kez daha Simmel'e dönebiliriz, onun ülfet kavramını biraz farklı bir çerçeveye yerleştirmek üzere. Hatırlayalım, Simmel alternatif bir sosyal etki biçimi, çıkar hesaplarına dayanmayan bir ilişki tarzı sunmuştu bizlere: İnsani beraberliği deneyimleyebileceğimiz 'ülfet toplumu' denilen şu 'güzel cemaat.' Bu toplumsallaşma yabancı olma halini köklü olarak ortadan kaldırmaz elbette; fakat beraber olma ve paylaşma içinde yabancılığın ağırlığını hafifletebilir.
Karşılıklı konuşmayı amaç edinen güzel cemaate şehirdeki yabancı neden dahil olmasın?