Ahşap, cam, çelik ve bambu gibi doğal malzemelerle inşa
edilen ve doğanın içinde kamufle olan tasarımlarıyla tanınan Japon Mimar
Kengo Kuma, Pelicompact Exterior ana
sponsorluğunda Yapı-Endüstri Merkezi ve Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye geliyor.
Dünyaca ünlü Mimar Kengo Kuma, bugün saat 19.00’da, Yapı-Endüstri Merkezi’nde
‘Nesneye Karşı’ başlıklı bir konferans verecek.
Seksenli yılların sonunda tüm Japonya’yı kasıp kavuran
dönemdeki anıtsal yapılara karşıt bir tavır sergileyen Kuma’nın sıradışı
zarafetteki tasarımları ününü Asya kıtasının dışına taşıdı. Kengo Kuma ahşap,
cam, çelik ve bambu gibi doğal malzemeleri kendine özgü bir yaratıcılıkla
kullanıyor. Kuma’nın son dönem yapıtları arasında Tokyo’da yüksek profilli
tasarım markaları için tasarlanan One Omotesando, ortasındaki
kanalda ışık ve renklerin etkileyici biçimde yansıdığı Nagasaki Sanat
Müzesi, Fukusaki’deki Asma Bahçe, Tokyo NTT
Binası ve Murai Masanari Sanat Müzesi sayılabilir.
Kengo Kuma’yı mimarlık camiasında bilinir kılan yapıtlarının başlıcaları;
özellikle 1995’te Atami Shizuoka’da büyük bir firmanın misafir konutu olarak
tasarladığı Water/Glass, 1994 yılında Japonya’da inşa edilen
Kiro-San Gözlemevi’dir. Kitakami Kanalı Müzesi
(1994), Büyük (Bambu) Duvar Evi (2002) mimarın ününü pekiştiren
diğer yapıları.
Mimarlık eğitimini seçme nedeniniz nedir?
Çocukluğumu eski ahşap bir evde geçirdim. Bu ev arkadaşlarımın yaşadığı
evlerden oldukça farklıydı. Onlar 1960’larda ve 1970’lerde inşa edilmiş
binalarda yaşıyorlardı. Çocukluğumu, evleri ve bu fiziksel farklılıkları
inceleyerek geçirdim. Binalar, yaşam alanları arasındaki bu farklılık giderek
daha fazla ilgimi çekiyordu. Mimarlığa olan ilgimi profesyonel anlamda doyurmaya
karar verdim. Böylece mimarlık eğitimi alarak bu ilgimi somut üretime
çevirebilecektim.
Daha önce yapılan söyleşilerden birinde mimarlığın en önemli
unsurunun boşluğu tasarlayabilmek olduğunu söz etmiştiniz. Sizin mimarlığınızın
dayandığı temel düşünce nedir?
Mimarlık ve doğa birbirleriyle ‘boşluk’ üzerinden iletişim kurar. ‘Boşluk’,
Asya kültürünün her alanında yaşamsal öneme sahiptir. İnsanlar bile aralarında
mesafe bırakarak iletişim kurarlar. Bu nedenle boşluğun iyi tasarlanması doğayla
mimari ürünün bağdaşması, doğru iletişim kurması anlamına da gelir. Bir yapının
ölçeği, onu saran boşluk onu bulunduğu coğrafyada tanımlı kılar. Bazen boşluğu
yapının sınırlarına almak, bazen yapıyı boşlukla sarmak bazen yapıyla
çevresindeki yapılar ya da doğa arasında tanımlı bir boşluk bırakmak gerekir.
İşte binayı tasarlarken bu boşluğun da doğru tanımlaması mimarinin önkoşulu.
Soyut formda, ölçek olarak mütevazı ancak malzeme kullanımında
sanatsal bir dışavuruma sahip binalar tasarlıyorsunuz. Malzeme kullanımındaki
yaratıcılığınızın ardında ne yatıyor? Doğadan mı esinleniyorsunuz yoksa örneğin
marangoz ya da zanaatkarlar mı sizi etkiliyor?
Hepsinden biraz esinleniyorum elbette ancak en çok yerin sahip olduğu gücü
dikkate alıyorum. Ben her yerin bir gücü olduğuna inanıyorum. Malzeme ile bu
gücü ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bu güç doğada daha yoğun hissediliyor.
Tasarımlarımda yerel malzemeyi kullanmaya da özen gösteririm. Böylece hem
mimariyi çevresiyle bütünleştirmiş oluyorum, hem de yerel ekonomiye ve kültüre
kendimce bir katkı sağlıyorum. Yerel malzemenin o yerin gücünü ortaya çıkarmaya
katkısı da tartışılmaz.
Mart ayının başında RIBA Altın Madalyası’nın Alvaro Siza’ya verildiği
akşam yemeğinde yaptığınız konuşmada sizi ‘berbat bütçeli küçük projelerde
çalışmaya zorladığı için’ Japonya’da yaşanan 1990’lardaki resesyona teşekkür
etmeniz mimarlık camiasında konu oldu. Sizce ‘küçük proje’ nedir?
Küçük projeyle küçük ölçekli projeyi kast ediyorum. Çünkü büyük ölçekli
projelerde, günümüzün kapitalist düzeninin sizi içine çekip yuttuğunu fark
ediyorsunuz. Doğal olandan, insani ölçeklerde tasarım yapmaktan keyif alan bir
mimar olarak büyük miktarda paranın, büyük metrekarelerin, çok fazla insanın
işin içinde olduğu büyük bir projede mimarın ürünle ve projeyi birlikte
çalıştığı kişilerle arasına bu büyüklükler, uzaklıklar giriyor. Bu da
böyle projelerde özgün detaylar çıkarmak, yeni bir şeyler tasarlamak adına
çalışanlarla tartışmayı ve araştırmalar, deneyler yapmayı engelliyor. Oysa küçük
ölçekli projelerde marangozla, işi birlikte yürüttüğünüz çalışma
arkadaşlarınızla özgün olanın peşine düşebilirsiniz. Ben gerçek yeni mimarlığın
küçük ölçekli projelerden doğduğuna inanıyorum.
Bu İstanbul’a ilk gelişiniz değil, hatta İstanbul Küçükçekmece
Kentsel dönüşüm projesi yarışmasına bir öneriyle katıldınız. Projenizde neler
önerdiniz?
Evet, İstanbul’a daha önce de geldim. Oradaki önerimin kısaca özeti şuydu;
mimarlık ve doğayı yeni bir peyzaj yaratabilmek için bütünleştirmekti. Bence
İstanbul’da çok ilgi çekici pek çok peyzaj var. Bizim önerimiz bunlara bir tane
daha ekleyebilmeyi amaçlıyordu.
Ancak bu projenin ölçeği oldukça büyüktü ve kapsamlı bir konuydu. Sizce bu
denli kapsamlı ve büyük ölçekli projelerin, hele ki yüksek oranda yapılaşma
içeren dönüşüm projelerinin kentler üzerindeki etkisi nedir? Kentlerin hem
büyük ölçekli hem de küçük ölçekli işlere aynı anda gereksinimi vardır.
İstanbul’a baktığımız zaman bu kentin hala büyük ölçekli projelere ihtiyacı
olduğunu, hala bunları kavrayabilecek yapıda olduğunu görüyoruz.
İstanbul’da büyük ölçekli projelere yer var ancak ne olursa olsun gerçekleşmiş
işlere ihtiyaç daha fazla. Sorun projenin ölçeğinde değil; bence artık bu
projelerin gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Sorumu yöneltmeden önce izninizle tasarladığınız Suntory Sanat
Müzesi’nin proje metninden bir alıntı yapacağım: ‘İletişim ve ulaşım
teknolojileri nesneler arasındaki var olan mesafeleri yıktı ve bütün şehri
muazzam bir kapalı eve çevirdi. Büyük evlerin içinde sayısız koridor ve oturma
odaları vardır ancak gerçek anlamda insanı gevşetip rahatlatan Japon-tarzı bir
oda yoktur. Geleneksel Japon-tarzı oda yerlere serilmiş tatamiler üzerinde
insanların rahatlayabileceği ve Japon geleneklerine göre en dinlendirici ve
rahatlatıcı çevredir’ diyorsunuz. Buradan hareketle Tokyo ve İstanbul gibi
metropollerin sorunları nedir? Mimara, bu sorunların çözümünde, düşen görev
nedir?
Ne yazık ki bugün bütün metropollerde önerilen kentsel gelişim ya da kentsel
yenileme adı altında üretilen projelerin tümü ‘kutular’a hapsolmuş, ‘kutular’la
tanımlanmış durumda. Eğer mimarlığı bir ‘kutu’ olarak tasarlarsanız kent
içindeki akımları ve devinimi bloke eder, engeller, tıkarsınız. Bu Tokyo olsun,
İstanbul olsun farketmez; bütün şehirlerde mimarlık bir kutu olarak değil de bir
‘boşluk’ ve ‘yırtık’ olarak şehre nüfuz etmelidir. Kentin doğal akışına -bu
iklimsel anlamda olabilir, insan devinimi olabilir, ulaşım ağı olabilir- eşlik
eden mimari tasarımlar çözümdür. Aksi durumda tasarlanan her şey ne kadar
estetik olursa olsun sorundur. En basitinden yaptığınız stadyum trafiğin akışını
engelliyorsa sorundur; diktiğiniz yüksek katlılar rüzgarın kente girmesini
engelliyorsa sorundur.
Geleneksel Japon mimarlığının temel unsurlarını özümseyerek modern
bir mimariye tercüme ediyor ve aktarıyorsunuz. Selçuklu, Osmanlı, İslam gibi
diğer Asya geleneksel mimarileriyle de ilgili misiniz?
Genel olarak Asya’daki ve Doğu’daki geleneksel mimari mirasla ilgiliyim.
Hatta 21. yy’da bu geleneksel mimariye daha fazla ilgi uyanacağını, temel
prensiplerinin daha fazla tartışılacağını ve bunlardan esinleneceğini
düşünüyorum.
Sizin son tasarımlarınıza baktığımız zaman sergi tasarımından sanat
enstalasyonlarına ve heykellere kadar çeşitlendiğini görüyoruz. Sizce mimarlığa
en yakın sanatsal disiplin hangisi?
Bence herşey mimarlık. Çevrenizdeki herşey sizin yaşamınızın bir parçası ve
onun aracı. Benim tasarıma yaklaşımım da bu prensip üzerinde kurulu. Ama şunu da
söylemeden geçemeyeceğim; sandalye tasarımı yapmaktan çok keyif alıyorum, o
biraz özel ilgim diyebilirim.