İlke Tekin: Hakkı ile iki yıldır yaptığımız tartışmalar, mimarlık eğitiminin merkezi olan tasarım atölyelerindeki tartışmaların problemlerine ilişkindi. Problem mimarların seçtikleri biçimlerde ya da ortaya çıkardıkları sonuç ürünlerde değil, bunların tartışıldığı alanda, yani çok daha derinde. Mimarlığın epistemolojik alanına ilişkin bir problem bu.
İlke Tekin
Bugün tasarım atölyelerinde ve derslerde kültürel konulara
önceki dönemlere nazaran daha fazla odaklanıldığını görüyoruz. Bu odaklanma
toplum, metropol ve kent tartışmalarıyla gündeme geliyor. Metropoldeki
dinamiklerin tartışıldığı atölyelerde, post önekiyle tarif ettiğimiz durumlar
içinde, metropolün belirsiz ve değişken yapılarına sığınılıyor. Kültürel
odaklanmalara rağmen yerle ilişkisiz genellemelerle soyutlamalar yapılıyor.
Bunlar kentli, kentlinin buluşma olanakları, hibrit yapılar, farklılıkların bir
aradalığı, metropollerin kalabalığı gibi genellemeler. ‘Kentli’ diye tarif
edilen birbirinden sosyal, etnik ve sınıfsal olarak ayrılan bireylerin
problemleri tartışılmıyor, ayıklanarak seçilen kelimelerle tartışılması gereken
politik-ekonomik konular gölgede bırakılıyor ve apolitik bir bakış açısıyla bu
tartışmalar yapılıyor. Seçilen kavramlara gelince sosyoloji ve diğer alanların
araştırmalarından kavramlar cımbızla çekiliyor ve mimarlık alanına dahil
edilmeye çalışılıyor. Sonuçta, bunlar mimari tasarımda biçimsel yansımalarla
karşımıza çıkıyor, Deleuze’un kristal kavramı ya da ‘folding architecture’ gibi.
Keyfi bir takım biçimler oyunu aslında bu.
Hakkı Yırtıcı: Sorun, tam da bu ve benzeri kavramların cımbızla çekilip, bağlamlarından koparılması ve fetişleştirilmesi zaten.
İlke Tekin: Tüm bunlar gösteriyor ki mimarlığın meşru bir alanı yok. Ne zaman oldu? Belki hiç olmadı. Ama bu bir problem ve biz de bu problem üzerine biraz düşünmek istedik.
Geçtiğimiz sene doktora çalışmalarımdan birinde için “Archiprix Türkiye Mimarlik Öğrencileri Bitirme Projeleri”ni incelemiştim. Genel olarak mimari tasarımdaki problemleri mimarlık eğitiminin en temel ürünleri olan mimari projeler üzerinden irdelemeye çalıştım ve öğrencilerin hangi kavramlar üzerinden projelerini anlattıklarına baktım. 2000-2006 yılları arasındaki projeleri içeren bu araştırmada her bir yılda ödül alan projelerde öğrencilerin benzer kavramlardan yola çıktığını gördüm. Örneğin 2000 yılında duvar, esneklik, hareket gibi kavramlarla tasarımlar anlatılırken 2003’te akışkanlık, gündelik hayat, kamusal alan anlatımlara giriyor, 2004’te iz, hafıza, süreklilik, kentsel boşluk, kentsel çatı, 2005 ve 2006’da gerçek-sanal, arayüz, peyzaj, katmanlaşma, çok katmanlılık gibi kavramlar kullanılıyor. Bu benzer kavramlarla birbirinden farklı biçim ve oluşumlarıyla projeler tarif edilmeye çalışılıyor. Bir takım kodlar ve moda kavramlar var. İmgeler beynimize yerleşiyor ve biz onları kullanarak tasarım yapıyoruz. Biz de zamanında aynı şeyleri ürettik...
Bu araştırmada bir de Archiprix’i, Yapı ve Tasarım Dalında Ulusal Mimarlık Ödülleri ile karşılaştırmıştım. Aynı şekilde onlar da aynı yıllarda paralel olarak çok benzer kavramlar içeriyordu. Yani, genel olarak mimarlık ortamında tartışılan moda kavramlarımız var. Ama bu moda kavramlar üzerinden yaptığımız üretimler çok kaygan bir zeminde. Bir yerlerden kavramlar bulup, kendimizce o biçimi açıklamak istiyoruz. Biçimler oyunumuzu anlamlı kılmak istiyoruz, ona bir zemin bulmaya çalışıyoruz. İşte bu, mimarlığın meşru bir alanı var mı sorusunu sormaya neden oluyor.
Hakkı
Yırtıcı
Belki bu senenin modası da Proje Dikdörtgen
olacak...
Hakkı Yırtıcı: Bizim de korkumuz bu (Gülüyor) Açıkçası atölye için şöyle bir çekincemiz var. Nasıl ki atölye metninde bütün sosyal ve beşeri bilimler eğlenceli kültürel incelemeler oyuna dönüştü diyoruz, bizim atölyenin de Marksist eğlenceli kültürel incelemeler oyununa dönüşmemesi gerekiyor.
Bir yerlerden kavramlar da bulmuyoruz. Sistem, kendini devam ettirebilmek için kavram üretiyor zaten.
Hakkı Yırtıcı: Aslında burada tehlikeli olan şu; Marks, “ideolojik aygıt gerçek olanın ki kastettiği sınıf farklılıklarının yarattığı eşitsizlik üstüne kurulu bir toplum, üstünü kültürel örüntülerle kapatan katmanlar yaratır”, der. Yani bu moda kavramlar, gerçek olan, asıl sorun etmemiz gereken başka bir durumu gizliyorlar. Sırf bunları konuşur hale geldiğimizden başka bir şey hakkında konuşamıyoruz. Böylelikle toplumsal, gerçek bir alan sessizleştiriliyor, dilsizleştiriliyor. Bence en büyük sorun bu.
İlke Tekin: Mimarlıkta özellikle yüksek lisans ve doktora çalışmalarında kent ve toplumsal yapılara ilişkin olarak birçok metin okutuluyor. Bunların bir kısmı 19. yüzyıldaki kentsel mekanlarla ilgili. Bugünün boşalan kamusal mekanı, mekanın sınıfsal olarak ayrışması ve homojenleşme tartışmaları yapılırken 19. yüzyılın kamusal mekanının zenginliği Avrupa kentleri, örneğin Paris, üzerine okumalarla ele alınıyor. Ama bu 19. yüzyıl araştırma ve yazılarında kentsel mekanın büyüsüne kapılanlar onu kapitalizmin üstünü örterek ele alıyorlar. Benjamin’in Paris okumalarını Lefebvre bu konuda eleştirir örneğin. 19. yüzyıl kentsel yaşamı estetize edilerek anlatılıyor. Bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bugünü estetize ediyorlar. Canlılık ve kalabalıklarıyla kent merkezleri ve yaşamları anlatılırken yine bir şeylerin üstü örtülüyor. İnsanların birbiriyle temas ettikleri bir takım kent merkezlerinden bahsediliyor. Kalabalıkların bir aradalığının önemi vurgulanmalı ancak değişimlerin diğer yüzünü de görmek gerek. Büyük problemlerden biri de bu.