Mimari ve Rejim Tartışması



Ankara'da bahar aylarında iki sıcak tartışma var. İlki Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığa aday adaylığı. Bu tartışmaya bambaşka açıdan birazdan dönelim. İkinci tartışma ise bir cami ile ilgili. Ankara'da Mogan Gölü'nün hemen yanına inşa edilen Mogan Camisi, yapı biçimi ve şekli ile bugüne kadar gördüğünüz camilere hiç benzemiyor. Minaresinden, cam duvarlarına kadar cami mimarisine yepyeni bir yaklaşım söz konusu. İlginç olan bu yeni yaklaşımın mimarlar tarafından hararetle tartışılıyor olması. Mimarlık forumlarında tartışmanın mimariden ibadete uzanan ilginç bir içeriği de var.

Camiyi tasarlayan Hilmi Güner ve Hüseyin Bütüner'e cami siparişini veren adres de en az tartışma kadar ilginç. Şu günlerde Ankara'da bulvar bırakmadığı için eleştirileri göğüsleyen AKP'li Ankara Büyükşehir Belediyesi.

Mogan Camisi'nde bir kubbe yok, minare ise bugüne kadar görmediğiniz farklı bir şekilde, şerefesiz ve iki kademeli. Caminin mimarları www.arkitera.com sitesinde yer alan projelerinde üç farklı noktadan hareket ettiklerini söylüyorlar.

İlk referans noktaları, mihrap duvarına yakın namaz kılma tercihi nedeniyle uzunlamasına bir mekân kullanımı tercih edilmiş olması. İkinci olarak, mihrap duvarının bir ışık duvarı olduğundan hareketle, duvarda vitray yerine blok cam kullanılması ve üçüncü olarak da, kent dışında menzillerde, açıkhavada namaz kılmak için kullanılan namazgâhlardan esinlenilmesi.

Gelin görün ki, buna rağmen forumlardaki tartışmalar, cam duvar şeffaf olmalı mı olmamalı mı'dan ibadete etki ve katkılarına, kubbenin cami mimarisinin bir parçası mı olduğu, yoksa eski bir kilise olan Ayasofya'dan esinlenerek mi cami mimarisine girdiğine kadar renkli bir çerçevede gelişiyor. Hatta tartışmayı "Diyanet'e sormalıydılar"a getiren mimarlar bile var.

Ben tartışmayı Diyanet ekseninde yürütmektense mimarlar düzeyinde götürmeyi daha anlamlı bulanlardanım. Nitekim konuştuğum kimi mimarlar özellikle cami mimarisi ile ilgili zorluklardan yakınıyorlar.

Hasan Çalışlar da bunlardan bir tanesi. Çalışlar, "Türkiye'de mimarların bu konuda çok 'dolu' olduklarını" söylüyor ve "Bunca cami yapılmasına rağmen modern mimari ile yapılan azdır. Sonuçta hepsi aynı işe yarıyor. Fabrika altlarında, benzinci kenarlarındaki mekânları ibadethane olarak kullanırken kimsenin sesi çıkmıyor ama ben modern bir cami yapacağım dediğin zaman ortalık ayağa kalkıyor. Görkemli olan cami, büyük demek olarak algılanıyor. Oysa Sinan'ın Sokullu Camisi küçük olmakla beraber en rafine mimariye sahiptir" diyor.

Sivil hayattan korunan binalar
Mimarlar cephesinde Ankara'da Mogan Camisi, İstanbul'da AKM'nin yıkılması tartışılırken, malumunuz Türkiye de cumhurbaşkanının kim olacağını tartışıyor. Tartışmaları tek tek kişiler ya da binalar üzerinden yaptığımız zaman ölçek hep küçük kalıyor ve biz hep bu küçük tartışmaların içinde boğulup gidiyoruz. Oysa, mesela bugün Ankara'nın simgesi mekânlara kimin oturacağı tartışılıyor da, 'sivil hayattan' tel örgüler ve eli silahlı askerler tarafından korunduğu konusu bir türlü tartışma gündemine gelmiyor.

Bugün Washington'da, Berlin'de ya da Londra'da başkentlerin simgesi olan parlamento binalarının bahçelerine gidebilir, piknik yapabilir, fotoğraf çektirebilir hatta tur programları ile içini bile gezebilirsiniz. Oysa Ankara'da bunu yapmanız imkansızdır. Meclis, üç ayrı noktada polis tarafından giriş çıkışı tutulsa da askerler tarafından korunur. Bahçesine giremezsiniz, önünde fotoğraf çektiremezsiniz, hatta arabanızı bile durdurmanız yasaktır.

Keza Anıtkabir de öyledir. Anıttepe'nin en güzel çam ormanı, duvarlar ve duvarların ardında askerler tarafından korunur. Neredeyse koca bir semte tekabül eden yeşil alan sivil değil askeridir, girilmezdir.

Ve elbette cumhurbaşkanlığı konutu. Bugün sanırım dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir cumhurbaşkanlığı konutu askerler tarafından korunmuyor. Ama bizde köşkün arkasında koca bir alay var. Şehrin ortasında en büyük yeşil alan, sivil halka tamamen kapalı. Çankaya Köşkü bir kartal yuvası kadar halkından uzak.

CNNTürk'ün savunma muhabiri Kemal Yurteri'ye "Köşkü neden askerler koruyor?" diye soruyorum. "Bir Cumhuriyet geleneği..." diye cevap veriyor. Neden bu kadar geniş bir alan Ankara halkından korunuyor diye sormam nafile artık... Sözün bittiği yer burası işte. Ankara'da bu alanların halka açılması, güvenlik tedbirlerinin şehrin tek nefes alacağı yeşil alanlar çevresinde değil binalara kaydırılmasını istemek, İstanbul Belediyesi'nden boş arazileri satmamalarını, yeşil alan yapmalarını istemek kadar boş ve nafile.

İçinde Atatürk Kültür Merkezi bulunan dev bir alanın, yıllardır sadece resmi geçitler düşünülerek kupkuru, ağaçsız bırakılıp duvarlarla çevrili olduğu düşünülürse, tıpkı modern cami tartışmasında olduğu gibi, iş şehircilikten ya da mimariden çıkıp rejim tartışmasına kadar gidebiliyor işte.

Geçtiğimiz yıllarda gözyaşları ile izlediğimiz Mimar Babam adlı belgeselde, Louis Khan 70'li yıllarda bir şehir merkezini tasarlarken, arabaların girmemesi fikrini beğenmeyen kibirli bir belediye başkanı ile de tanışmıştık. Oysa bugün Londra Belediyesi para cezaları ve vergileriyle, neredeyse Londra'nın merkezini arabalardan arındırmak üzere. Yani bu söylediklerimiz ütopya gibi gelse de, birinin hayalini bir başkası gerçekleştirebiliyor.

Geçen hafta İstanbul Festivali'nde de bir başka hayalperest mimarın belgeseli gösterildi. Filmin adı Frank Gehry'nin Skeçleri. Aranızda Frank Gehry ismini duymayanlar varsa, İspanya Bilbao'daki Guggenheim müzesini hatırlatmak yeterli olur umarım. Belgesel, böylesine 'orjinal' bir yapının bir şehrin kaderine neler katabileceğini de sorguluyor.

Kimileri böylesine büyük ve gözalıcı bir yapının, içinde sergilenen sanat yapıtlarını gölgelediğini düşünse de Bilbao'da yaşayanlar buna katılmıyor. 350 bin kişilik şehre bir yıl içinde, bu bina yüzünden 700 bin turistin gelmiş olmasına ilk başta şaşırmışlar, şimdi ise bütün dünya tarafından tanındıkları için sevinçlerini saklamıyorlar. Yani doğru zamanda büyük ölçekte bir hayal, bir şehrin kaderini değiştirebiliyor.

Berlin'de eski bir un fabrikasının üst katına kurulmuş olan Sammlung Hoffmann koleksiyonunu gezerken, Frank Gehry'nin binalarını andıran dev bir eserini, evin oturma odasının duvarında görünce hem şaşırıyor hem de heyecanlanıyorum. 1960'lardan bu yana sanat eseri toplayan Hoffmann'lar, son birkaç yıldır topladıkları sanat eserlerini kendi evlerinde saklıyorlar. Haftada bir evlerini halka açıp randevu aldığınız takdirde bir rehber eşliğinde gezmenize izin veriyorlar.

Almanya'nın zengin sanayicilerinden birinin evini, oturma odasını gezerken, bir kez daha, hayalgücünün kapılarını halka açmanın asıl zenginlik olduğunu düşünüyorum. Birazdan buradan çıkıp Alman parlamento binasının önündeki çimenlere oturup Alman parlamentosuna bakarken bir hayal kuracağım.

Belki günün birinde içinde kim oturuyor olursa olsun, Cumhurbaşkanlığı köşkünün bahçesinde, Anıtkabir'in çamlarının arasında ya da Meclis silüetinin önünde çimlere uzanıp bir hatıra fotoğrafı çektiririz.

İnsanlık için küçük, bizim için büyük bir hayal!