“Mimari proje iletişimle başlar. İletişim olmadan proje olmaz” diyor mimar Ryue Nishizawa. New York Yeni Çağdaş Sanatlar Müzesi, Toledo Sanat Müzesi, Essen’de Zollverein Tasarım Okulu, Almanya’da Vitra Fabrikası, Mexico’da Neruda Kulesi, İspanya’da Valencia Modern Sanatlar Müzesi ek binası gibi dev projelere imza atan dünyanın en büyük mimarlık ofislerinden SANAA’nın ortağı Nishizawa’nın bu sözleri, aslında Türkiye’de mimarlığın önündeki en önemli engeli de özetler nitelikte: İletişim eksikliği. Zira bizde, söz konusu olan bir kamusal alan projesi de olsa ‘kamu’nun ne düşündüğü pek önemsenmez. Yapı-Endüstri Merkezi, Mimarlar Odası İstanbul ve İzmir şubesinin davetlisi olarak Fibrobeton’un sponsorluğunda Türkiye’ye gelen Ryue Nishizawa, Radikal’in mimarlıkla ilgili sorularını yanıtladı.
Sosyal sorunlardan tutun da kentsel gelişime kadar, bugün mimarlığın pek çok disiplinle işbirliği yaparak daha radikal çözümler üretebileceğine inanılıyor. Sizce mimarlık bu bağlamda nasıl bir işleve sahip?
Mimarlık bir ilaç değil elbette, o şekilde değerlendirmemek lazım. Elbette mimarlık trafik sıkışıklığına doğrudan çözüm olamaz ama kötü tasarlanmış bir kamusal yapı, yanlış konumlandırılmış bu yapı trafik sıkışıklığına neden olabilir ya da bu durumu kötüye götürebilir. Bu yüzden mimarlığı salt bir çare olarak görmüyorum ama mimarlık elinde bir gücü tutuyor, bunu da atlamamak gerek. Ben hala mimarlığın gücüne inanıyorum. Artık günümüzde kentler giderek daha karmaşık bir yapıya kavuşuyor. Bence asıl soru bu gücün nasıl kullanılabileceği üzerine. Bence mimarlıkta ilginç, çekici olan niteliklerden biri de bu potansiyel gücün nasıl işlevlendirileceği olmalı.
Konut tasarımı temel tasarım meselelerinden biridir. Projelerinizde konutu ele alışınız alışıldık konut tasarımından farklı. Konut mimari üretiminizde ne kadar önemli?
Bence konut mimarlıkta en ilgi çekici, en heyecan verici çalışma alanlarından biri. Ama benim mimarlık görüşüm, tasarım yaklaşımım açısından ‘konut’ her şeyin çıkış noktası değil, benim için bir başlangıç değil. Elbette her mimarın temel dertleri, tasarımda odaklandığı konular vardır ama konut benim için bu core/çekirdek konu değil. Benim için. hatta SANAA olarak bizim için ‘park’ daha önemli, daha elzem, daha çok ilgimizi çeken bir konu. Her ne kadar park aslında tam olarak mimari olarak nitelendirilmese de benim için asıl mimari mekanlar; parklar. Şöyle bir şey söyleyeyim eğer tipolojik olarak bir ayrıma gidersem bir tarafa ‘konut’u koyarım diğer tarafa ‘park’ı... Sonra örneğin bir istasyon, bir gar binası, bir kütüphane parkın bulunduğu gruba girer.
Çünkü konut birkaç kişiye özeldir, oysa bir park ya da istasyon binası yüzlerce kişiyi içine alır. Bu kamusal alan yüzlerce kişinin hareketini, devinimini barındırır; bu devinim karşılaşmaları, çarpışmaları, yan yana gelmeleri, insanlar arası farklı mesafeleri barındırır. Bu tip mekanlar kamusaldır ve bunları var eden bu niceliğin yarattığı niteliklerdir. Mimari tasarımın keyifli yanı bu nitelikleri ve nicelikleri bir arada var edebilmek, programlamaktır.
Pek çok farklı ülkede mimarlık yapıyorsunuz ve projelerinizin çoğu kamusal ağırlıklı...
Farklı ülkelerde mimarlık yapmak çok cazip bir şey bizim için. Hele de kamusal olmaları bu heyecanı ikiye katlıyor. Çünkü müşteriniz belli olduğunda aslında ikna edeceğiniz kişi de o ve belki yakın çevresi ya da danışmanı oluyor. Oysa kamusal projelerde yalnızca işveren kurumu ikna etmeniz yetmiyor. Bu projenin içinde yer alacak, o yapıyı kullanacak olan halkı ikna etmeniz, onları projenize inandırmanız gerekiyor. İşte kamusal alanda proje yapmanın bir diğer keyifli tarafı da bu. Yurtdışı deneyimi mimar olarak bana şunu öğretti. Mimari proje kesinlikle konuşmayla, iletişimle başlıyor. İletişim olmadan proje de olmaz. Mimarlık bunlardan ayrı bir şey. İşte doğru kelimeleri kullanmak, fikrinizi karşı tarafa doğru aktarmak ve sonuçta aynı dili konuşuyor olmak projeyi gerçekleştiriyor.
Yokohama Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz. Akademik ortam pratik mimarlık yaşantınıza nasıl etki ediyor?
Okul benim için önemli. Benim için mimarlık yalnızca uygulamak, inşa etmek eyleminden oluşmuyor. Mimarlığın bir tarihi, belleği var. İnsan davranışlarını içeren sosyal bir yönü var; bunları okulda öğrenebiliyorsunuz. İnşa etme eylemi tarih içinde bir sürekliliğe sahip, okul bu sürekliliği izleyebileceğiniz, bu bilince erişebildiğiniz yer. Okulun benim mimarlığı sevmemde çok büyük etkisi var. Üniversiteyi, üniversite eğitimini bu nedenle çok sevdim. Ama benim asıl ilgim, sevgim ve açlığım öğrenmeye. İşte üniversite benim için öğrendiğim ve öğreneceğim yer. Öğrenmek benim için öğretmekten daha önemli. Okula ders vermeye giderken aslında öğretmek amacıyla gitmiyorum. Tersine bu süreçten bir şeyler öğrenmeye gidiyorum.
Aslında bu sürecin bana öğrettiği en önemli şey konuşacağım kelimeleri seçmek. Eğer kendinizi ifade ederken doğru kelimeyi seçmezseniz, eğer projenizi anlatırken doğru kelimeyi seçmezseniz anlaşılmazsınız. İşte okulda öğrenciler dediğim şeyi anlamadıkları zaman kendimi doğru kelimeyi, karşı tarafın anlayabileceği kelimeyi seçmek için zorluyorum. Bu da önemli bir süreç.
Bir mimar olarak tasarım sizin günlük yaşantınızı nasıl şekillendiriyor? Sözgelimi işiniz gereği çok seyahat ediyorsunuz. Her ülkede, farklı şehirlerde kaldığınız oteli seçerken ‘tasarım’ sizi ne kadar etkiliyor?
Eğer bir otelde kalmayı seviyorsam elbette bunda mimarisinin etkisi büyük oluyor. Otelin modern, çağdaş bir tasarıma ya da klasik bir tasarıma sahip olmasına bakmaksızın, iyi işlevlendirilmiş, iyi bir tasarım zevkini yaratması yeterli. Ama düşününce tercihlerimi klasik olanlardan yana kullandığımı görüyorum. Çağdaş tasarım örneklerine dil uzatmıyorum, onların arasından da gerçekten çok etkileyici olanlar var. Sözgelimi Jean Nouvel’in tasarladığı Saint James Hotel. Ya da Los Angeles’taki Standard Hotel; eskiden büro binası olan gökdeleni sonradan modern bir anlayışla otele çevirmişler. Çok etkileyici bir yer.