Mimarca Değinmeler: Kerpiç ve Süleymaniye



“Kerpiçle de mimarlık yapılır” demişler.

Doğru bir söz. Öyle ya, bu malzeme en az 5000 yıldır kullanılıyor. Mezopotamya’da kerpiçten başka malzeme yoktu ama, bu yokluk Mezopotamya Mimarlığı’nın oluşmasını engellemedi. Oradaki koskoca saraylar, koskoca tapınaklar kerpiçten yapılmıştı. Dünyanın ilk gökdeleni olan Babil Kulesi kerpiçtendi. Anadolu hâlâ kerpiç evlerle dolu. Eğer kerpiçle mimarlık yapılmasaydı, Hassan Fathy de olmazdı. Bence, “Kerpiçle de mimarlık yapılır” sözü, kendilerini malzeme fetişizmine teslim etmiş olanlara bir uyarı.

Ama öte yandan, birileri de “Kerpiçle Süleymaniye yapılmaz” demiş.

Bu söz de çok doğru. Bence de kerpiçle Süleymaniye yapılmaz. Kerpiçle Eiffel Kulesi ise hiç yapılmaz. Mimarlıkta malzeme çok önemlidir. Her malzemenin sağladığı olanaklar bir yere kadardır. Eğer çelik, betonarme olmasaydı, Modern Mimarlık olur muydu? Camsız bir cam evden daha olanaksız, daha saçma ne var?

Peki, bu yazının sonunu nasıl bağlamalı?

Belki şöyle: “Kerpiçle de mimarlık yapılır; ama kerpiçle Süleymaniye yapılmaz”.


Le Corbusier’nin İki Kuzeni:
Mimar Pierre ve Akıl Hastası Louis

Le Corbusier’nin, nam-ı diğer Charles Edouard Jeanneret’nin kuzenlerinden birinin adı Pierre, soyadı Jeanneret idi. Pierre, tıpkı Charles gibi mimardı. 1922’den başlayarak, uzun süre, aşağı yukarı 20 yıl birlikte çalıştılar. Cenevre’de yapılması düşünülen Milletler Cemiyeti Binası için açılan yarışmaya birlikte girdiler; 26, 27, 28 Haziran 1928’de La Sarraz’da toplanan ilk CIAM’a birlikte katıldılar. Bu nedenle Pierre Jeanneret, mimarlar, mimarlık tarihçileri tarafından iyi tanınır.
Le Corbusier’nin bir de Louis Soutter adlı bir kuzeni vardı. Ama onu bilen pek yoktur. Bu da çok doğaldır, çünkü Soutter mimar değildi; yaşamının büyük bir bölümünü akıl hastanesinde geçirmiş trajik bir tipti. Le Corbusier onunla çok ilgilenmiştir. Bunun bir nedeni aralarındaki akrabalık ilişkisi olabilir. Ama bir başka neden de, büyük bir olasılıkla, Louis Soutter’nin tıpkı Charles Eduard Jeanneret gibi ressam olmasıdır. Le Corbusier, onun resimlerini “deli resimleri” diyerek kenara atmamış, onları alıp saklamıştır.

Mimarlığın Yıkım Boyutunun
Önemi Üzerine

En basit, en kestirme, dolayısıyla da en yaygın tanımıyla mimarlık, “bina yapma sanatıdır”. Buradaki “yapma” sözcüğü anahtar sözcüktür. Gerçekten de bir binanın, adı üstünde bir “yapının”, hele Ayasofya Bazilikası, Selimiye Camisi, Eiffel Kulesi, Empire State Binası gibi önemli, anıtsal bir yapının “yapılması”, mimarlık tarihi açısından büyük bir adımdır, bir dönüm noktasıdır, bir doruk noktasıdır.

Ama öyle önemli, öyle anıtsal bir yapının “yıkılması” da mimarlık tarihi açısından çok büyük bir olaydır. Ayasofya’nın, Selimiye’nin, Eiffel’in, Empire State’in yıkılması, en az yapılması kadar önemlidir. Onun içindir ki, Eiffel Kulesi inşa edilirken, bir matematikçinin, yaptığı hesaplara göre 300 metrelik kulenin 228. metreye ulaştığında yıkılacağını söylemesi üzerine, o aşamaya gelindiğinde, yıkılışa tanık olmak isteyen büyük bir kalabalık çevrede toplanıp merakla beklemiştir. Modern Mimarlık Akımının ilk anıtsal yapısı sayılabilecek Crystal Palace, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Londra’da yapıldığında, insanlar çok şaşırdılar. Ama insanların, 21. yüzyılın başında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması üzerine kapıldıkları şaşkınlık daha az değildi. Charles Jencks’in, Minoru Yamasaki’nin, ABD’nin Missouri Eyaleti’ndeki St. Louis kentinde, 1952-55 yılları arasında inşa ettiği Pruitt-İgoe Konutları’nın, 15 Temmuz 1972’de, öğleden sonra saat 3.32’de dinamitle havaya uçuruluşunu Modernizm’in ölüm tarihi olarak ilân etmesi de mimarlıkta yıkımın önemini vurgulamaktadır.

Victor Hugo’nun, “Atina Parthenon’u yaptı ama Paris Bastille’i yıktı” demesi de, aşağı yukarı aynı anlama gelmiyor mu?

Aynılıklar

Güneş Kral 14. Louis’nin yaşamöyküsünü anlatan İngilizce bir kitapta, Türkçe’deki “Bir taşla iki kuş vurmak” deyimine rastladığımda çok şaşırdım. O kitabın Fransızca’dan çevrilmiş olduğunu düşününce şaşkınlığım daha da arttı.

Sonra aklıma, Leibniz ile Newton’un diferansiyel ve integral hesabı; Darwin ile Wallace’ın, evrim kuramını, birbirlerinden habersiz olarak hemen hemen aynı zamanda buldukları geldi.
Derken, Bruno Zevi’yi, Charles Garnier’yi ve Ahmet Hâşim’i anımsadım; çünkü bu üç kişi mimarlığın öteki sanatlardan farkı üzerine, hemen hemen aynı şeyleri söylemiş. Aşağıdaki alıntılar, bunu açık seçik ortaya koyuyor:

Mimar Bruno Zevi, “Mimariyi Görmeyi Öğrenmek” adlı kitabında şöyle demiş: “Sansür, sinema ve bazen edebiyat için vardır; fakat mimarlığın skandallarını önlemek için hiçbir şey yapmaz. Oysa, herkes radyosunun düğmesini çevirip kapatmakta, konser, sinema, tiyatro salonlarını terketmekte serbest olduğu halde, yaşamımızın dekorunu oluşturan binalar önünde gözlerimizi kapayamayız”.

Bir başka ünlü mimar, Eiffel Kulesi’nin yapımına karşı çıkan ve o çok süslü Paris Opera Binası’nı tasarlayan Charles Garnier ise, yazdığı “A travers les arts” başlıklı kitapta bu konuda şunları söylemiş: “Resimler, heykeller, hattâ kitaplar ağırlıklarını zorla koymazlar; onları isteyen arar, bulur, hoşlanmayan onları bırakır. Mimarlık ise, tersine her an görünür, yaşam onun ürünleri arasında geçer; insanların barınmalarının ta özü, ‘sine quo non’ (olmazsa olmaz) koşuludur. Yetkin de olsa, orta karar da olsa sizi çevreler, kuşatır ve sürekliliğiyle, inatçılığıyla onu beğenenlerin ya da ona katlananların duygularını kesin ve kaçınılmaz olarak etkiler”.

Ve mimar olmayan bir yazarın, Ahmet Hâşim’in sözleri: “Mimari eserler fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya âhenksiz bir musikiyi dinlememek suretiyle, bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın etkisinden sakınmak kolay bir iş değildir. Aciz bir muhayile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş koca bir şekil hâlini alınca, bütün bir şehrin mânevi sıhhatini nesillerce bozmak kudretinde bir tehlike olur”.

Ne dersiniz, bu üçlünün yukarıdaki satırları insana, neredeyse bir “intihali” düşündürecek kadar birbirinin aynısı değil mi?

Küçük Bir Turgut Cansever Profili

Turgut Cansever Türk Mimarlığı’nın köşe taşlarından biri. Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı, Marmara Bölgesi Planlama Teşkilâtı’nda, İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde çalıştı, Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazandı. Türk Tarih Kurumu gibi önemli binalar inşa etti.
Cansever’in bir başka özelliği de, mimarlığı geniş bir çerçeveye, kapsamlı bir bağlama, bir kurama, bir felsefeye İslâm ağırlıklı olarak oturtmaya çalışması.
Bu yaklaşımı, onun zaman zaman tuhaf birtakım savlar ileri sürmesine neden oluyor.
Örneğin, diyor ki: “Modern çağda, nükleer fizikte elde edilen bilgilerle, kültür alanında oluşan hâdiselerin çoğu, Asyaî ya da İslâm kaynaklıdır. Kandinsky’nin resminde mekân telâkkisi, o resme nasıl bakılması lâzım geldiğine dair bilgi İslâmi kaynaklıdır”.
Cansever, nükleer fizikle, resimle yetinmiyor, aynı şeyin mimarlıkla ilgili konularda da geçerli olduğunu ileri sürüyor: “Bir taraftan mimari, üslûp güzellikleriyle bütün insanlara hitap eder ve ebediyyen geçerli olacak değerler taşırken, yani İslâm’ın insanlara emrettiği davranış temellerinin özelliklerini yapıların üslûbunda devam ettirirken, diğer taraftan, yapıların her birinin, ailenin ihtiyaçları ve yapının üzerinde yerleştiği bölgenin özelliklerine göre inşa edilmesi esas alınırdı. Doğrusu, bu zenginliklerin gerçekleştirildiği yer olarak İslâm âlemi dışında bir örnek zikretmek mümkün değildir (...) Bir Gotik katedrali düşündüğünüzde, burada unsurların dünyayı süsleyen varlıklar olma vasfı yoktur. Buna karşılık, Süleymaniye’ye bakarsanız, kemerlerin altındaki pencerelerin dizileri, pencerelerin içindeki fil gözlerinin dizileri, kubbeler, minareler, her biri kendi şahsiyetine sahip unsurların ilişkisinin uyum içinde olduğunu göreceksiniz”.
Bu savlarda büyük insafsızlıklar, “İslâm âlemi” dışında kalanların mimarlıklarına karşı yapılmış haksızlıklar var. Öyle ya, “yapının üzerinde yerleştiği bölgenin özelliklerine” yalnızca Müslümanların dikkat ettikleri; söz gelişi, İsviçre Alpleri’ndeki şalelerin çevreye uymadıkları nasıl söylenebilir? Evet, Süleymaniye Camisi son derece görkemli bir anıttır; ama bu, Fransız Gotik Mimarlığı’nın doruk noktalarını oluşturan Reims Katedrali’ne, Chartres Katedrali’ne olan hayranlığımızı engeller mi?

Hayır, Turgut Cansever’in bu konulardaki düşüncelerine katılmıyorum, katılamıyorum: çünkü o, İslâmî söylemini sağlam kanıtlarla değil, yüzeysel yakıştırmalarla sürdürüyor. Oysa bu işleri çok iyi yapanlar var. Örneğin, Panofsky’nin Skolastik Felsefe ile Gotik Mimarlık arasında kurduğu ilişkinin kurumsal şıklığı, felsefi derinliği, Cansever’de ne yazık ki yok.

Taş Hastalığı

Taş hastalığını doktorlar bilmezler; çünkü o, gerçek değil, mecaz anlamda bir hastalıktır. Ama psikiyatristleri ilgilendirmesi gerekir, çünkü bedenin değil, ruhun bir hastalığıdır.

Bu hastalığa sahip olanlar, sürekli olarak binaları düşünürler, binalar yaparlar ya da yaptırırlar.
Peki o zaman, sabahtan akşama kadar bu işlerle uğraşan bütün mimarlar, bütün müteahhitler hasta mıdırlar?

Elbette ki hayır; çünkü onlar işlerini, görevlerini yapmaktadırlar. Nasıl ki, bir temizlik şirketinde çalışan bir kişi, bütün gün temizlik yaptığı için, ellerini saatlerce yıkayan, ekmekleri sabunlu bezle silen takıntılı bir ev kadınıyla bir tutulamazsa, çalışkan bir mimar da taş hastalığı olan bir insanla aynı kefeye konulamaz. Bir insanın, bu anlamda hasta sayılabilmesi için o insanın binalarla ilişkisinin belli bir çizgiyi aşması, anormal bir sınıra ulaşması, bir takıntı hâline gelmesi, işin çığrından çıkması gerekir.

Bu gibilere iyi bir örnek olarak, Ferdinand Cheval adlı postacıyı gösterebiliriz. Asıl işi postacılık olan, bu nedenle de “Postacı Cheval” (Facteur Cheval) olarak anılan bu Fransız köylüsü, hiçbir mimarlık eğitimi görmemiş olmasına karşın, yaşamının 25-30 yılını, çevreden topladığı irili ufaklı taşlarla, gece yarılarına kadar çalışarak inşa ettiği, son derece tuhaf binaya adamıştır.

Ama taş hastalığı daha çok hükümdarları sever. Gerçekten de, bilindiği gibi Nefertiti’den Neron’a, Kanunî Sultan Süleyman’dan Hitler’e kadar nice hükümdar, egemenlikleri süresince nice binalar yaptırmıştır. Ayrım yapmak çok zor olmakla birlikte, bunların kimilerinde taş hastalığı vardır, kimilerinde yoktur; kimileri daha az, kimileri daha fazla hastadır.

Örneğin, bence, Fransa Kralı 14. Louis ikinci gruba girer, çünkü neredeyse yarım yüzyıl boyunca Versailles Sarayı’nın inşaatıyla yatmış, kalkmıştır. O süre içinde, onun izni olmaksızın binaya tek bir çivi bile çakılamamıştır.

Evet, Güneş Kral birçok hastalıktan muzdaripti. Ağzında sağlam olan tek bir diş yoktu. Fistülü vardı. Ama onda aynı zamanda taş hastalığı da vardı. Ve kendisi bunu biliyordu, çünkü ölüm döşeğindeyken, yanına çağırdığı veliahtına, yaşamı boyunca savaşları, bir de binaları çok sevdiğini söylemişti ve ona, tahta çıktığında bu kusurlardan uzak durmasını öğütlemişti.

Uzman Körlüğü, Cahil Cesareti ve Mimarlık

Bir meslek adamı olmanın, belli bir konuda uzman olmanın birçok artısı vardır. Bunların en başında, meslekten olanların, uzman olanların, eğitimleri, deneyimleri nedeniyle başkalarının göremediklerini görebilmeleri, başkalarının yapamadıklarını yapabilmeleri gelir.

Ama öte yandan, bu insanlar için, hele ufukları da biraz darsa “uzman körlüğü”, “uzman inatçılığı”, “uzman korkaklığı”, “uzman şartlanmışlığı” ya da “uzman tutuculuğu” olarak adlandırabileceğimiz bir tehlike söz konusudur. Neyse ki çok sık rastlanmayan, ancak hiçbir zaman ortadan tam olarak kalkmayan bu sorun, tam da yukarıda saydığım nedenlerden kaynaklanır. Şöyle ki: meslek adamları, uzmanlar, aldıkları eğitim, bildikleri örnekler nedeniyle başkalarının görebildiklerini göremeyebilirler, başkalarının yaptıklarını yapamayabilirler çünkü belli kalıplarla şartlanmışlardır, konulara belli gözlüklerle bakarlar ve yeni, aykırı ve farklı olana kuşkuyla yaklaşırlar. Görüldüğü gibi burada, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” özdeyişini anımsatan bir paradoks söz konusudur.

Bütün bunları, geçen yüzyılın başında İtalya’da ortaya çıkan Fütürizm Akımı’nın yandaşlarından birinin, aslında bir ressam olan ama Fütürist müzikler besteleyen Russolo’nun söylediklerini okuduğumda düşündüm: “Ben müzikçi değilim. Dolayısıyla, akustik tercihlerim ve savunmak zorunda olduğum yapıtlarım yok (...) Böylece profesyonel bir müzikçiden daha cesurum; görünen beceriksizliğimden kaygı duymuyorum ve her şeyin, her olasılığın denenmesine inanıyorum” demiş Russolo. Onun bu tavrını “cahil cesareti” olarak adlandırabiliriz.

Şimdi, acaba diyorum, aynı durum mimarlık için de geçerli olabilir mi?

Bence evet.

Evet, iyi bir eğitim almış, duyarlı, titiz, aklı başında, deneyimli, usta mimarlardan vazgeçemeyiz; onların yapıtlarının başımızın üstünde yerleri var. Ama yine de, ben kendi adıma, zaman zaman bıkıyorum onlardan, üzerlerinde uzlaşılan doğruların bin kez, iki bin kez yinelenmesinden sıkılıyorum ve hiç değilse zaman zaman, arasıra, kurallara murallara pek fazla aldırmayan, “Ben yaptım oldu” deyip geçiveren, züppe, hoppa mimarlara hattâ mimar olmayan ama mimarlık yapan kişilere gereksinim duyuyorum. Onların en az kendileri kadar hoppa olan yapıtlarıyla ilgilenmeye, onlarda gizli olabilecek cevherleri ortaya çıkarmaya çalışıyorum.

Şunu hemen itiraf edeyim: kolay bir iş değil bu, çünkü bu tür mimari yapıtların iyilerine rastlamak kolay değil. Ayrıca, çatık kaşlı, “ciddi” mimarlar tarafından paylanmak, dışlanmak tehlikesi de var.

Yapı Dergisi, 260