Metrobüs’ün Başrolünde Onlar Var



Avrupa yakasının bir ucundan başlayıp Anadolu yakasının bir ucuna uzanması planlanan metrobüsün şubat ayının sonunda faaliyete geçebilmesi için her gün işe giderken kullandığımız yolların karanlık köşelerinde hummalı bir çalışma sürdürülüyor. Dikkatli olanlar, Boğaz Köprüsü’ne girmeden Beylerbeyi’ne kıvrılınca, arabaların vızır vızır geçtiği yolun kenarında bir greyder ışığı seçebilir. O ışığın ardında toprak yığınları, yığınların ötesinde düzeltilmiş yepyeni bir yol ve alt geçit, geçit ağının üzerinde de hizmet vermeyi bekleyen yeni metrobüs durakları uzanıyor.

Hava beş derece, ‘üşümek yok’

Günlerdir bir durup bir yağan yağmur her tarafı çamur deryasına çevirmiş. Tamamen batmayalım diye, gecenin karanlığında daha kuru yerleri bulmaya çalışıp ilerlerken, karşımıza dört tane baraka ve bir bekçi kulübesi çıkıyor. Her gün önlerinden geçen arabalara rağmen, hiç fark edilmeyen, unutulmuş gibi duran işçiler, aralarına katılan fotoğraf makineli, defterli, kalemli yabancıların etrafını sarıyor.

Sonradan adının Ali Sancar olduğunu öğreneceğimiz işçinin ayaklarında plastik terlikler var. Sağ ayağı ve terliği çamura bulanmış görünüyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne göre hava sıcaklığı beş derece, Ali’ye göre ise değil. “Üşümüyor musun” diye sorunca, sanki üşümek defterli, fotoğraf makineli yabancılara özgü bir şeymiş gibi kocaman gülümseyip, “Yoo” diyor. Ali’nin bu tekin olmayan “Yoo”su üşüyenleri utandırıyor.

Gelişimizden en çok memnun olan Mevlüt Kesici ise bizi bilgi yağmuruna tutuyor: “Çok çalışıyorlar; bazen 24, bazen 36 saat bile oluyor, ama hiçbir sıkıntı yok. Yeter ki bitsin, vatandaşın işi hallolsun. Zaten onlar da burada bütün arkadaşlar hep biraradayken iyiler, çalışma bitince ver elini memleket...”

Mevlüt’ün kekelemesiyle iyice neşelenen konuşması sırasında bir eliyle gösterdiği barakalar, buranın şehrin kıyısında unutulmuş bir yer olmadığını, yaşanan ve yaşayan bir yer olduğunu gösteriyor.

‘Sıcak para’ için

Samsun, Sakarya, Rize’den mevsimlik işçi olarak gelmişler. Çoğu akraba. Büyük şehirde birinin bulduğu iş, bir diğerinin valizini toplamasına neden olmuş. Köyde kalan tarla tapanı kadınlar işliyor. Çıkan ürünün kazancı devletin verdiği taban fiyatlarıyla giderek ufalınca, erkeklere “sıcak para” bulmak düşmüş. İlk anda terlikli ayaklarıyla dikkatimizi çeken Ali, 26 yaşında ve Samsunlu. 13 yıldır İstanbul’a gelip inşaatlarda çalışıyor. Bu işte çalışmasının nedeni açık: “Buradan kazandığımız para elimize düzenli geçiyor. Gelmesini beklemiyoruz. Sıcak parayı ailemize gönderince, geçinmeleri kolay oluyor.”

Halı niyetine çiçekli çarşaf

Günlük yevmiye usulü çalışsalar da paralarını aylık alıyorlar. Sigortaları var. Bizi görünce barakalara seğirten ve arkadaşlarına fotoğraf çekileceği müjdesini veren Mevlüt’ün “Gel gel” işaretiyle barakalara gidiyoruz. Prefabrik barakaların içinde bir televizyon, bir elektrik sobası, üç de ranza var. Artık o saatte ranzalara yayılıp televizyon izleyen işçiler, kapının aralığında elinde makinesiyle Fulya’yı görünce doğrulmaya çalışıyor. Ali’nin akrabası Hasan Sancar’ın dediğine göre, burada bir kadın yoksa da, işçilerin de kendilerine göre bir düzeni var. Özenli olduklarının kanıtı olarak, yerlere halı niyetine serilmiş çiçekli çarşafları gösteriyor.

Yemekhaneler barakaların hemen yanında. Yemekler dışarıdan geliyor. Bugünkü menüde çorba, patatesli tavuk ve tatlı var. Çaylar da burada yapılıyor.

Onca çamurun arasında, gece gündüz, gurbette çalışmaya, yorgunluğa rağmen yine de burada olmaktan memnun görünen işçilerin, en büyük sorunlarından biri de gurbet. Ama bunun üstesinden eve döndüklerinde ellerinde para olacağını düşünüp, eşlerinin onlara iyi bakacağını hayal ederek geliyorlar.

Açık havada çalışıyoruz, memnunuz

Söğütlüçeşme Tren İstasyonu’nun altında süren çalışma da tıpkı Beylerbeyi’ndeki gibi “hummalı”. Bu noktadaki faaliyet, çoğu zaman sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor.

Çalışmayı izlemek ve inşaatta çalışanlarla görüşmek için Söğütlüçeşme durağına vardığımızda asfaltın yeni atılmış olduğunu görüyoruz. Önümüzde uzanıp giden yolun sonunda gördüğümüz kaynak makinesinin ışığı bizi çalışmanın olduğu yere götürüyor. Metrobüs açıldığında insanların sırtlarını dayayacakları korkulukların yapılmasına başlanmış. Bittiği zaman pürüzsüz ve parlak bir metal yüzeye kavuşacak korkululukların yapılmasını izlemek insanı şaşırtıyor. Birbirlerine kaynakla yamalanarak eklenen boruların yüzeyinde ateş dağıldıktan sonra, bu sefer “zımpara” işi başlıyor. Kalan pürüzlerin nasıl giderileceğini düşünmeye bile zaman bulamadan, borular sanki tek bir parçaymış gibi parlamaya başlıyor. 

Şantiyelerin popüler yemeği: Tavuk

İşçiler akşam vardiyası yemeğine oturmaya hazırlanıyor. Niyazi, yaptığı işin bizde uyandırdığı şaşkınlıkla biraz da dalga geçerek, “Öğle vardiyasında arkadaşlar tantunilerini, tatlılarını yemiş, çaylarını içmişler” diyor ve ekliyor: “Biz de tavuk yiyeceğiz, çayımız da var.”

Gelenlerin gazeteci olduğunu öğrenip, fotoğraf çekilirken güzel çıksın diye “hazırola” geçen Niyazi’nin halleriyle eğlenen arkadaşları, “Ustabaşı Ferit’i de çekin” diye yönlendiriyorlar bizi. Henüz 26 yaşında ustabaşı olmuş Ferit, bir buçuk yıl önce geldiği İstanbul’da gözünü inşaatlarda açmış. Mavi gözleri, sarı saçlarıyla memleketini ele veriyor: Edirne.

Olaylara hâkim olan ama hâkimiyetini hiç de hissettirmiyormuş gibi davranan emekli Mehmet Bey, Ferit’in tevazuuna çelme takarak, “Ticaret Lisesi’nden yetişmiş bir arkadaşımızdır, gençtir ama işinin erbabıdır” diyor. Ferit gecenin karanlığında bile görebileceğimiz kadar kızarıyor.

‘Ütüsüz çıkmayan’ bir genel müdür emeklisi

Mehmet Bey, hal ve tavırca da, giyim-kuşam olarak da diğerlerinden ayrılıyor. Şantiye tozuna rağmen kıyafetlerinin ütüsü bozulmamış. Fotoğraf çektirirken poz verme sırasındaki arkadaşlara ufak bir ayar vererek, bir yandan da bizi ufaktan sınava çekiyor: “Neyiz, neciyiz, ne yazacağız?” Sınavı başarıyla geçince, Mehmet Bey’in bir emeklilik mağduru olduğunu, 60’ına merdiven dayamışken ona fabrika genel müdürlüğü emekliliğinden 700 Lira reva gören devlet yüzünden çalışmaya devam ettiğini, iki çocuğunun okuduğunu öğreniyoruz.

Çalışma ortamı kasvetli değil, gıcır gıcır asfaltın üzerinde, parlayan ışıklar altında eğleniyormuş gibiler. Onlar da bunu inkâr etmiyor zaten. Neredeyse sürekli aynı ekiple çalışan bu altı kişiden yaşı 30’u bulan yok, ikisi dışındaysa hepsi evli. Yenibosna, Kıraç, Avcılar, Kasımpaşa, Sultan Çiftliği, Sarıyer’e dağılmışlar. “İşinizi seviyor musunuz” sorusuna yanıtları, “Memnunuz, karışanımız yok, açık havada çalışıyoruz” kadar sade ve alçakgönüllü.

Gözlük kullanmadığından eli-yüzü kaynak isi olmuş kaynakçı Özcan’a göre, tek sıkıntı yağmur ve kar; o da elektrikli iş aletlerini bozdukları için. Aylık “asgari ücretin az üstü” maaş alan bu işçiler, her patronun rüyası olabilir. Neşeliler, kaygısızlar, ekipçe kaynaşmışlar. Mehmet Bey, “Arkadaşlar yemek yiyecek” diyor kibarca. Gitme vaktimizin geldiğini anlayıp toparlanıyoruz. Mehmet Bey ise asıl yazmamız gerekenleri liste halinde sıralıyor: “İnşaatta asayiş berkemal. Çalışmalar hızla sürüyor. Yapılacak işlerin çoğu bitti. Vatandaş ay sonundan itibaren Metrobüs’ünü hazır bulacak.” Mehmet Bey’in emir ricası kulağımızda, ayrılıyoruz: Metrobüs ay sonunda bitecek.

“Ah bir futbol oynayabilsek”

Metrobüs’ün Karadenizli işçilerinin en büyük ‘mesele’lerinden biri de futbol. Beylerbeyi Kavşağı’nın altında gece karanlığı, gündüz araba egzozu demeden çalışan bu futbol tutkunu işçiler bir takım kurabilecek kadar kalabalık olamamaktan yakınıyorlar. Daha da kötüsü, diğer şantiyelerdeki işçilere haber gönderseler de, davetlerine karşılık veren takım bulamamışlar. Kendi kurmaya çalıştıkları takımın mayası da “Sizin takımın oyuncuları genç, sizinki yaşlı” kavgası yüzünden bir türlü tutmamış. Başka şantiyelerden oynayacak takım bulamamalarını da “Lazların karşısına kimse çıkmak istemiyor” argümanına bağlıyorlar. Biz aracı olalım, bu Karadenizlilerin “güçlü rakiplere” ihtiyaçları var.