Menderes'ten Erdoğan'a



Başbakan Erdoğan, 12 Haziran genel seçimlerini, çılgın projelerle bir yerel seçim havasına çevirdi. Genel seçimlerin konusu olabilecek Kürt sorunu, işsizlik, Anayasa, ayrımcılık, kadın sorunu, demokrasi, kamu yönetimi gibi konuları bir kenara bırakarak yeni kentler kurma vaatleri ile kendi gündemini yaratıyor. “Yeni kent kurmak” bir genel seçim vaadi olabilir mi? Kalkınmanın bir aracı olarak kentsel mekânı kullanmak ne kadar akılcıdır? Peki bunlar Türkiye için yeni bir durum mu? Hayır.

Başbakan, 11 Mayıs’ta İstanbul’a iki yeni kent kurma projesini açıkladı. Avrupa yakasındaki Karadeniz kıyısındaki maden ocaklarına kurulurken, Anadolu yakasındakinin yerini söylemedi. Kanal İstanbul projesine karşı çıkanları da tıpkı Vatan caddesine karşı çıkanlara benzeterek Menderes’in kentsel uygulamalarına işaret etti. Hatırlarsanız, Menderes’in, 1957 seçimlerinden sonra İstanbul’daki imar çalışmaları hâlâ konuşulur. Doğan Hasol o dönemi şöyle anlatıyor:

“Menderes’in karargahı eski Park Otel’di. İstanbul’un her yanında, yolların genişletilmesi, yenilerinin yapımı için hızlı bir yıkım sürüyordu. Aksaray’da Vatan ve Millet caddeleri Sirkeci-Ataköy sahil yolu, Beşiktaş’ta Barbaros bulvarı, Dolmabahçe-Tophane yolu, Karaköy’de Kemeraltı caddesi, Üsküdar’da çarşının bulunduğu anacadde, Boğaz üst yolları, Beyazıt meydanı, Karaköy meydanı ve daha birçoğu tam bir yıkıntı görünümündeydi. Bu yollar açılırken -tarihi ya da mimari değeri olsun ya da olmasın- hiçbir yapının ya da çevre değerinin gözyaşına bakılmıyordu. Buldozer ve silindir, mülkiyeti, tarihi, mimariyi, çevreyi, her şeyi ezip geçiyordu. Başmimar, Menderes’ti ve dediği dedikti. Yakın çevresindekilerin baş döndürücü iltifatları doğrultusunda kendisinin doğuştan mimar olduğuna iyice inanmaya başlamıştı. Kamulaştırmalar hızla sürerken başlangıçta kamulaştırma bedelleri, mülk sahiplerine oldukça tatmin edici bir şekilde ödenebiliyordu, ancak zamanla belediye ve hazine olanakları tükendikçe, kamu cimrileşmeye başlıyor, kamulaştırma bedelleri giderek azalıyor, ödenmesi aksıyor, sonuçta müflis belediyenin uzun vadeli bonoları devreye giriyordu.”

Burak Boysan ise Menderes döneminde basının ve kamuoyunun nasıl yönlendirildiğini şöyle anlatıyor: “Ahşap evlerin ve dar sokakların ortadan kaldırılması, geniş meydanların ve yolların açılmasının gerektiği yolunda kamuoyu oluşturuluyor. Sonuçta, basının geniş desteği de sağlanıyordu. Surların yıkılması ve sahil yolunun yapılmasını ‘çok iyi oldu, şehrin ufku açıldı’ diye yazanlar ve fotoğraflar basarak bu mutluluğu belgeleyenler oldukça fazlaydı. Hatta basında, caddelerin geniş ve düz olmasıyla, o şehirde yaşayan insanların da iç dünyalarının etkileneceği ve kötü yola sapmalarının önleneceği arasında ilişkiler kuranlar bile oluyordu.”

Sonuç olarak günübirlik, keyfi, tek kişinin aklıyla yapılan uygulamaların yanlışlığını İstanbul yıllarca çekti. Kent, İstanbul-Beyoğlu-Kadıköy üçgeni içinde tek merkezli olarak sıkıştırıldı. Yüzlerce yıllık yapılar yıkılarak tarihi doku bozuldu. Ulaşım planlamasına ters olarak açılan Barbaros bulvarı hâlâ kentin en çok hava kirliliğine sebep olan arterlerinden biri.

İki yeni kent

Şehir ve Bölge Planlama Bölümü bir bilimsel disiplinse -ki öyle-, bu disiplin bu uygulamaların yanlış olduğunu söylüyor. Üniversitelerdeki kitaplarına konu ediyor ve yanlış olduğu konusunda eğitim veriyor. Şimdi bunun yanlış olmadığını söylemek tıpkı tıp bilimindeki ya da matematik bilimindeki bir işlemin yanlış olmadığını söylemek kadar absürt. Lakin kim dinler bilimi? Başbakan, Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan, bildik, kolay olan ama sorunları çözmemiş tam tersine katmerleştirmiş olan yola girdi. Ve bu alanın uzmanlarını, bilimsel bilgisini kullanmayacak, kulak arkası edecek kadar da kendinden emin. Tıpkı Menderes gibi.

Kentleşmenin başka dinamikleri var şüphesiz. Kent kurmayı bir proje faaliyetine indirgerseniz, kurgunun ürünü haline getirirseniz haliyle bu bir yatırım alanının bir rant alanın konusu haline gelir. Bu nedenle Başbakan’ın, muhalefetin “insan merkezli değil, rant merkezli” demesine kızmaması gerekir. Burada tartışmamız gereken diğer bir konu ise, İstanbul’un kuzeyine iki yeni kent yapma fikri doğru bir yatırım kararı mı? Kurulacak bu iki yeni kentin, her ne kadar maden alanına kurulacağı söylense de zamanla gelişmek isteyeceği için eski İstanbul ile yeni iki İstanbullar buluşarak İstanbul’un akciğerleri olan kuzey ormanlarını yok edecektir. O zaman bu iki yeni kent uzun vadede İstanbul’un, hatta Marmara’nın temel oksijen ve su kaynaklarını yok edecektir. Bu ekolojik felakettir!

Kısa vadede sadece kısmi olarak inşaat sektörüne bağlı bir ekonomik katkı sağlayacaktır. Sanırım Başbakan’ın gözünü diktiği nokta burası. (Tıpkı Menderes’in 1950’lerde günü kurtarmaya çalışması gibi.) Lakin yeni kentlerin yapımı için gereken kum, taş, çimento için Marmara’da ve Ege’de açılacak ocakların yaratacağı ekolojik kayıplar da işin başka bir matematiği olacak. Başbakan, “iki yeni kent” kurmanın amacını, beklenen İstanbul depremine karşı bir tedbir olarak gösteriyor. Deprem riski olan yerlerdekiler bu yeni birer milyonluk kentlere taşınacaklarmış. Dünyanın başka bir şehrinde böylesi afet önleme ve hazırlığı var mı? Sanmıyorum.

Peki ne yapılması gerekir? Mevcut yapı stoğunun depreme karşı dayanıklı olması için bir dönüşüm programı planlanmalı. Bunun için çok aktörlü, katılımlı kamunun yönetimi ve denetiminde yurttaşlarla bir ortaklık modeli kurulmalı. Bu ortaklık modeliyle İstanbul, aşama aşama depreme dayanıklı hale getirilip yaşanabilir bir kentsel ortam hazırlanabilir. Marmara depremi sonrası yeniden yapılanma için bu tür yatırım ortaklığı modelleri tartışılmıştı. Türkiye ve İstanbul için yapılması gereken ise sadece ve sadece demokratik bir kamu yönetimi inşa etmektir.