Melen Projesine Dikkat!



Kentliler olarak her gün, her yerde ve gün boyu alıştığımız ya da alışamadığımız pek çok sorunla iç içeyiz. Bu kez de sorunların modalaştırılmasını okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Moda olan bir şey bir süre için ilgi görür ama değişken bir durumdur. Yeni moda ortalığı kasıp kavurunca çoğu kez, bir önceki önemini yitirir yani "demode" oluverir. Modalaştırılmış konuların çevre politikalarında da sık sık gündeme getirildiğini gözlemliyoruz ama bazıları da ısıtılıp ısıtılıp buyrun bizim iktidar dönemimizin medarı iftiharıdır, denilerek önümüze getiriliveriliyor.

Hatırlayacaksınız, 2007 yılının başlarında İstanbul Tuzla ilçesi ile başlayan İstanbul'un ve ülkemizin pek çok yerinden zehirli ve tehlikeli atık fırtınaları kopartılmış; epeyce sesler yükselmişti. Bu sesin yükseltisine renk katan kişilerden biri de, Sn. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe idi. Tam da o sırada Çevre Yasası TBMM'de görüşülmekteydi. Ne var ki fırtına, Çevre Yasası değişikliklerinin kabulünden sonra dindi. Konu artık pek konuşulmuyor ve herhangi bir açıklamaya da gerek duyulmuyor nedense. İstanbul'da doğaya bırakılan 750 bin ton zehirli ve tehlikeli atığın yüzde 1'inin İZAYDAŞ'a gönderildiği yetkililerce bildirilmişti. Ya geri kalanı ne oldu? Zehirli atık denetimi ne durumda?

Bu denli yaşamsal etki yapan bir konu neden birdenbire ortadan siliniverdi, doğrusu merak etmemek olası değil. Acaba şu günlerde durum nedir; çözümlendi mi; ya da nasıl çözümlendi? Yoksa bizler çoğalan varillerle birlikte yaşamaya devam mı ediyoruz? Yetkililerde çıt yok. Özetle, toplumun bir zaman dilimi içerisinde yaşadığı, ne olduğunu tam da anlayamadığı üstü örtülüverilen tehlikelerden sadece biriydi. Geldi ve geçiştirildi.

***

Bu sıralarda da, küresel ısınma ve tabii onu içeren; su kaynakları, enerji vb.. konuları gündemde. Bunlardan en önemlisi de su. Küresel ısınma ve kirliliklerle geleceği boğan bir konu. Bunun için elbette önlem alınması, projeler yapılması çok doğaldır. Örneğin geçen haftalarda "Dünya Su Haftası" nedeniyle su kaynakları, pek çok yerde konuşuldu. Ülkemiz genelinde özellikle İstanbul gibi kentlerde bulunan su havzalarının içme su kaynaklarının akarsu ve derelerin kirlilikleri ve yürekler acısı durumları konu edildi. Köklü çözümlerin, AKP politikalarıyla çelişmesi nedeniyle, kirliliklerin sürdüğü konuşuldu. Sorgulandı.

Aslında ülkemizdeki asıl sorun; doğal kaynakların amaçlarına uygun yönetilmesiyle ilgili olarak, AKP'nin bütünsel koruyucu bir politikası olmamasıdır. Rant deyince her şeyleri bir tarafa savuruvermesi ve altı çürüyen mega projelerle övünmesidir.

Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçen haftalarda yapılan uluslararası katılımlı bir törenle, 2009 yılında "Dünya Su Konseyi" toplantısına, İstanbul'un ev sahipliği yapma görevini üstlendi. Orada küresel ısınmada suyun öneminden ve dünyadaki içilebilir su kaynaklarından söz edildi. Susuz kalan ve kalmaya aday ülkelerdeki korkunç sonuçlar ortaya kondu.

Yetkililerimiz, DSİ'nin yaklaşık 20-25 yıl önce başlatmış olduğu Düzce Melen'den su getirme projesini gündeme getirerek yerli ve yabancılara kısa bilgiler sundular. Parlak kitaplar dağıtıldı. 800 trilyonluk maliyeti olan projeyle su, Avrupa yakasına ulaştırılacakmış. Gerçekten de doğal kaynağımıza diyecek yok, yılda 1.2 milyar metreküp suyun toplanması önemli. Bolu dağlarından gelip Eftene gölüne dökülen Uğur suyu dışındaki üç akarsuyun temiz olmadığı biliniyor. Düzce yöresi "birinci sınıf" diye değerlendirilen en verimli toprağın bulunduğu bir arazi. Ne var ki aynı hükümet bu alanlarda var olan tavuk çiftlikleri, atölyeler, sanayi tesisleri, çöp alanları ve deprem, erozyon bölgesi durumlarını bir tarafa bırakarak bölgede sanayi yatırımlarına teşvikler sağlıyor.
İyi de, AKP'nin dünyaya önerdikleri, su kaynağının tamamen koruma alanı kapsamına alınması; sanayileşmeye, yapılaşmaya açılmaması gerekmez mi? Hangi boru cinsi; kaç boru, ne tür arıtma yapılırsa yapılsın, akarsuların geçtiği ve döküldüğü alanların niteliklerinin dikkate alınması gerekmez mi?

***

Ayrıca, yıllar önce Yeşil Vadi'de aynı proje için bizim de içinde olduğumuz yüzlerce duyarlı ve mağdur insanla birlikte gösterilen tepkiler, boşuna değildi. Verilmek istenen mesaj; doğadaki orman ve değerli toprak ekosistemini, 250-300 km'lik bir uzunlukta ve yaklaşık 50-100 metre enindeki tahribatla asırlık ormanları gereksiz şekilde yok etmeden önce düşünün anlamındaydı. Yine aynı sözler, daha fazlasıyla geçerlidir. Ayrıca, Ömerli Barajı'nın kirletilmesi, yıllardır önüne geçilemeyen kronikleşmiş bir hal almadı mı? Söz konusu uçuk "Melen Projesi" maliyetine acaba sorumlu siyasiler, ne kadar katledilen ve edilecek maliyet hesaplarını, gelecek kuşak adına ekleyecekler? Bunun hesabını dahi yapamadıkları ortada.

Birinci sınıf tarım alanları ve su havzaları, bir yandan üst anlaşmalarla katledilip taş yığınına dönüştürülüyorsa, projeleri yanlışlıklarla dolu demektir. Çevre politikaları içindeki sorunlar, sürekliliği olan ve iyileştirilmeyi ve sürekli denetlenilmeyi gerektiren, asla geçici modalaştırılamayacak bütünsel konulardır. Doğal denge hızla bozulmaya devam ediyor.

Bu güzel anayurdun her şeyinden sorumluyuz. Ülkemizi Cumhuriyet çocukları olarak böyle bir kara tabloyla teslim almamıştık. Bu nedenle çevreciler olarak da, her şeyin elbette "farkındayız" .