''Elektronik endüstrisindeki yeni gelişmeler, yapılarda konfor sağlamak üzere süper elektronik sistemlerle donanmaktadır. Bu 'akıllı yapılar'ın elektro-manyetik radyasyonunun yoğunluğu, frekansları ve soğrulma oranı gibi özelliklerinin insan sağlığı açısından önemli sorunlar yarattığı da artık bilinmektedir...''
Bu sözler, yıllarını ''çevreyi gözeten kent planlaması''na adayan Prof. Dr. Semra Atabay'ın... Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Mimarlık Fakültesi'nin Alman-Goethe Enstitüsü'yle birlikte 14-15 Kasım 2005'te düzenlediği ''Eko-Teknolojiler ve Ekolojik Yerleşimler'' sempozyumunu açarken söyledi.
Ne var ki Semra Atabay'ın saptamalarını hayatın hemen her alanında doğrulayan bilimsel bildiriler yine Sempozyum Kitabı'nda kalacak. Uzmanlar ve dünyanın gidişini görüp de bundan sorumluluk çıkaranlar, ''Ekolojiyi gözetmeyen yatırımlar felaketin habercisidirler'' dedikçe, aynı yatırımlar tarihsel bir umarsızlık içinde devam edecek...
'Teknolojik kurnaz'lar
Örneğin, ''akıllı binalar''a biz de bakalım.. Sempozyumda bunların özellikle öne çıkmasındaki neden, Türkiye'de de aynı söylemle gerçekleşen yapılardaki yaygınlaşma...
Hemen tümü hakkında herkesin ortak saptaması ise, örneğin yer seçimleri konusunda gözlenen ''akıldışı'' kararlar... YTÜ'deki değerlendirmelerde şunu sorduk: ''Kentin altyapısını, peyzajını ve kimliğini altüst eden, yani bulunduğu yer ve büyüklük açısından çevresine uyumlu olarak katılmayan bir bina, elektronik ve bilgisayar teknolojisinde en son sistemlerle donatılmış olsa bile gerçekten 'akıllıca' bir proje midir?''
Sorunun belki de en akıllıca yanıtı şöyleydi: ''Bunlar olsa olsa 'kurnaz' yapılar olabilirler; kente ve topluma verdikleri zararı gizlemek için çağdaş teknolojilerini uygarlık olarak göstermeye çalışıyorlar.''
Tartışma sürerken, ister istemez geçmişe de bakıyoruz.
Örneğin, Anadolu'nun hemen tüm bölgelerindeki geleneksel evler... Mardin'de, Karadeniz'de, Ege'de, İç Anadolu'da, hatta İstanbul'da ve Trakya'dan Balkanlar'a kadar her yerde birbirlerinden ne kadar da farklılar...
Ama ortak özellikleri, tümünün, belki de dönemlerinin en akıllı binaları olmaları değil mi? Onca farklı malzemelerine rağmen sadece kışın soğuğu, yazın sıcağı içeri almayan özelliklerinden ötürü değil; hemen tüm detayları ve iç mekân kurguları da o kadar akıllı ki...
Oysa o ''meçhul usta''lar bunları yaratırken ekolojiyi bilmek bir yana, elektroniğin ''e'' sini bile hayal edemezlerdi... Ancak kuşaktan kuşağa süregelen ''yapı ve yaşam kültürü'', deyim yerindeyse ''sürdürülebilir bir akıl birikimi''ni onlara armağan etmişti...
Benzer durum, eski kent dokularında da geçerli değil mi?
Ne plancı var, ne şehirci, ne Anıtlar Kurulu ne de belediye meclisinin imar komisyonu... Ama bugün o dokular, evlerinin konumlarıyla; mucizevi çıkmaz sokaklarıyla; yamaçlardaki ustalıkları ve meydancıkları, çarşıları; her şeyleriyle ''sürdürülebilir şehirleşme'' nin en güçlü esin kaynakları...
Lüks çevreciler
YTÜ'deki sempozyum sorgulamaya dönüşünce çarpıcı sonuçlar çıktı. Birincisi, çevre düşmanı bir yapılaşmayı ''ekolojik duyarlılık''la buluşturmak için artık özel bir endüstri sektörü var. Üstelik ürettikleri teknoloji pahalı. Yani ekolojik yapılarda yaşamak büyük harcamalar gerektiriyor. Bu nedenle de çevreye duyarlılık ''lüks'' bir tutum ve sadece bunun maliyetini karşılayabilenler için geçerli oluyor. Oysa aynı maliyet, aynı zamanda ''ekolojik tahribat'' yaratan bir üretimin ve sanayinin ''kâr''ı değil mi?
İkinci sonuç ise daha da dramatik. Akıllı bina sayısı çoğaldıkça, bu binalardaki yoğun elektronik ve teknolojik donanımları gerçekleştiren sanayinin çevreye verdiği zarar da o oranda artıyor.
Bakalım kentlerin olur olmaz yerlerine akıllı binaların dikilmesini ''gelişme'' sanan kesimler, YTÜ'deki sempozyuma katılmasalar bile hiç değilse bildiri kitaplarını merak edip okuyacaklar mı?