Yarın Emek eylemi var: Emek gönüllüleri, mahkemenin Emek Sineması’nın
yıkımını durduma kararını bir şenlikle kutluyor. 1. Geleneksel Emek Şenliği’ne
katılanlar ‘Hepimiz bilirkişiyiz, yıktırmıyoruz!’ sloganıyla 11 Haziran 19:00’da
Beyoğlu Belediyesi’nin önünde buluşup, Emek Sineması’na doğru
yürüyecek.
Avrupa başkentlerinin meydanlarında billboardlara yerleştirilen
Sarayburnu resmi, İstanbul’u oryantalist düşlerin merkezi
olarak görme zevkinden asla vazgeçmeyen geniş AB kitlelerini mest etti, ama
İstanbul’un gerçeklerini keşfetmenin zevkine varan entelektüel AB’liler bu resmi
hiç ilginç bulmadı! Resim özlemli ve oryantalistti. Tarihsel kent dokusu iyi
korumuş gibi kendinden emin bir görüntü... Oysa o manzarada artık iş işten
geçmiş dedirtecek kadar büyük kayıplar var. İstanbul’un tarihsel dokusuyla
nasıl başa çıkamadığımızın en sön örneği Emek Sineması ve
Cercle d’Orient Binası. Buna gelene kadar çok sayıda binayla
başa çıkamadık! Tepebaşı’ndaki 1880’lerde kurulduğu söylenen tiyatro 1970’de
yandı, restore edilmedi ve yerine otopark ve Balkanların en çirkin binası
ödülünü alabilecek olan TRT binası yapıldı. Bu da yıkılıp
yerine bir Frank Gehry binası yapılacağı söylendi.
Feshane’yle Grand Palais
Taksim’deki 1914’te mimar Giulio Mongeri tarafından inşa
edilen ve 70’de AKM yandığında tiyatro olarak kullanılan,
1944’te Türk Sineması 1946’da Yeni Taksim
Sineması ve 1964’te Venüs Sineması olarak bilinen bina
alışveriş merkezi olmayı beklerken işportacılara mekân oluyor. 1980’lerin
sonunda Feshane keşfedildi, uluslararası kültür/sanat merkezine
dönüştürülmek üzere yola çıkıldı, üç yıl içinde bir özel sektör-yerel yönetim
kavgası sonra kaba mermer kaplamalarla ve tül perdelerle donatarak düğün-sünnet
düğünü-dernek toplantısı-parti genel kurulu-el sanatları fuarı gibi işlevlere
terk ettik. Binanın restorasyonunu yapan Gae Aulenti aynı
tarihte Paris’te Sen Nehri kıyısındaki Grand Palais’nin
restorasyonunu yapmıştı. Google’a girip, o binanın durumu ve işlevleriyle
Feshane’yi karşılaştırabilirsiniz. Aynı yıllarda Zeytinburnu Gaz
Fabrikası da işlevini yitirmiş ve bo-şaltılmıştı, kültür/sanat merkezi
olmak üzere gündeme geldi; ama bu da gerçekleşmedi. Hayalet bina olarak duruyor.
Anımsatmış oldum, hemen ihalesini yapıp bir alışveriş merkezine dönüştürelim.
Havaalanı yolu üstünde olduğu için son derece elverişli. Sütlüce
Mezbahası da özel sektör, yerel yönetim ve bir üniversite arasında
paylaşılamadı ve sonunda yerel yönetime kaldı. Grotesk eklemelerle, altından
geçen tünellerle, granit döşemeleriyle en kötü mimarlık yarışmasına aday olacak
niteliğe sahip oldu. İçinde ne teknik açıdan yeterli bir konser/gösteri salonu
var ne de günümüz sergi estetiğini karşılayacak bir düzen! Bir işletmeciye ihale
edildi. Sultanahmet Cezaevi de 90’larda sıraya girdi;
umutlar bu binanın acı belleğine yakışır bir biçimde bir kültür merkezi
olmasındaydı; ancak bütün karşı koymalara karşın beş yıldızlı otele dönüştü;
böylece bu ağır bellek bir daha canlanmayacak bir biçimde yok edildi. Bu yetmedi
arkasındaki arkeolojik alana ek yapılıyor.
Arap Camii’ni bulabilmek
Sultahamet’de eşi benzeri olmayan Binbirdirek Sarnıcı’nın tabanı betonla
kaplandı ve bir işletmeciye ihale edildi. Karaköy’de Haliç kıyısındaki
Yelkenli Han harap durumda bekliyor. Eşi bulunmayan
Arap Camii’ni bulabilmek için büyük çaba göstermek gerek, çünkü
çevresi yıkık dökük küçük sanayi dükkânları, depoları ve atölyeleri ile
kapatılmış durumda. Perşembe Pazarı içinde çok sayıda
tarihsel yapı hırdavat deposu olarak kullanılıyor. Osmanlı devletinin ve
TC’nin finans merkezi Bankalar Caddesi elektrik ve lamba
esnafının insafına terk edilmiş durumda. Kadıköy’de Hasanpaşa Gaz
Fabrikası yıllardır sivil örgüt- yerel yönetim arasında paylaşılamıyor;
şehir efsanesine dönüştü. Davutpaşa Kışlası Yıldız Teknik
Üniversitesi’ne verildi, ancak henüz planlanan şekil ve işleve kavuşmadı.
Toptancıların elindeki Rami Kışlası’nın büyük bir kütüphane olması
planlanıyor ve o da beklemede. Bayrampaşa Cezaevi ve
Haliç Tersaneleri'nin kaderi belli değil. Bu arada Ermeni
vakıflarına ve Rumlara ait işlevlerini yitirmiş, kaderine terk edilmiş sayısız
hayelet bina olduğunu, örneğin Tarlabaşı’ndaki Ermeni
Kilisesi’nin bir süre sanat merkezi olarak kullanıldığını da
hatırlayalım. Bu süreçte kişilere ve özel kurumlara ait olduğu için olaysız
dönüştürülmüş Silahtarağa Elektrik Santralı, Haliç
kıyısında R. Koç Sanayi Müzesi ve Beyoğlu’ndaki özel sektöre
ait yeni kültür binaları gibi iyi örnekler var. Sanayi- sonrası binalar
yükselen değer ‘yaratıcık sanayi’ bağlamında ele alınıyor ve genelde
yatırımcılara yap-işlet modeliyle teslim ediliyor. Kamusallığın korunması ve
desteklenmesi gibi ilkeli kültür politikası sürdüren kentlerde bu teslimat iyi
sonuçlar verebilir, ama bizdeki sonuçlarda psikopatolojik yaklaşım
gözlemleniyor. Kültür hâlesine sahip olmak için elverişli psikoloji değil
bu!
Küresel sisteme uyum
20 yıldır Avrupa ve ABD dışı sanat ortamları, Avrupa ve ABD’nin besleyip
büyüttüğü post-modern ve küresel sanat sistemine uyum sağlamaya çalışıyor ve
bunun için mevcut kurumlarını güncelleştiriyor, yenilerini kurmaya
çalışıyor. Türkiye de bu ülkeler içinde yer alıyor. Türkiye’nin 1980’lerin
ortasında kadar yürüttüğü kültür sistemi Sovyet ülkelerinin devlet
denetimli/destekli sanat/kültür sistemini aratmıyordu. Serbest piyasaya geçişle
birlikte sahip olduğu bu kültür altyapısını, sanat ve kültüre yatırım yapması
beklenen toplum kesimlerinin bu konudaki öngörüsüz ve bilinçsiz tutumu
dolayısıyla 2000’li yıllara kadar gerektiği gibi değişime sokamadı. Buna karşın
özellikle Doğu Avrupa, Güney Doğu Avrupa ve Rusya Türkiye’den on yıl sonra
kapitalist kültür sanayiine geçtiği halde bu kalkınmayı çok daha becerikli ve
hızlı bir biçimde gerçekleştiriyor. Kültürün neo-liberal ekonomideki yatırım
değerini keşfettik, ama hem mimari açıdan hem de kurumsallık ve işletme
açısından bu yatırımın doğasına uygun bir yenileme/değişim/işletme yapmaya
aklımız yetmiyor ve yatmıyor!