Kültür Varlıklarında Korumacılık ve Türkiye Gerçeği
İnsanoğlunun ateş ve aleti kullanmasıyla başlayan binlerce yıllık uygarlık süreci içerisinde yapmış olduğu yapıtların, günümüze ulaşan kalıntı ve buluntuların tümü, genel anlamda kültür varlığı sözcüğü ile tanımlanmaktadır (1). Dünyanın çeşitli yörelerinde uzun bir zaman süreci içerisinde oluşan, birbiri üzerine kurulmuş çeşitli kültürler insanlığın ortak mirası olarak tanımlanmaktadır. Geçmişin yaşantısını gözler önüne seren, geleceği şekillendiren bu yapıtların korunması da çağdaş insanın ortak görevlerinin başında gelmektedir.
Kültür varlıklarını kapsayan korumacılık, gelecek için sürekliliğinin sağlanması gibi bir düşünceden kaynaklanmaktadır. Günümüze gelen eski anıtları yalnızca kendi malımız olarak görmemeliyiz. Onlar öncelikle bizden önceki nesillere aittiler ve bizler, onlara zarar vermezsek gelecek kuşakların malı olacaklardır. Bu nedenle de bizler onları istediğimiz gibi kullanabileceğimiz mallar olarak görmemeliyiz. Biz yalnızca, onların gelecek nesillere ulaştıracak koruyucularıyız. Bu konuda mimarlara, sanat tarihçilerine de çok fazla işler düşmektedir. Kültür varlıklarının restorasyonu, sürekli bakımı, eski durumuna mümkün olduğunca getirebilme, adaptasyonu ve rekonstrüksiyonu da bunların başında gelmektedir. Bu tür yapıtların birtakım gruplar içerisinde toplanabilmesinin de korumacılık yönünden yarar sağlayacağı düşünülmelidir. Bunlar; kendi başına sanat yapıtı olan ve çevresini zenginleştirenler; mimari özellikleri olan veya planlama yönünden belirli bir yapı grubu içerisindekiler; teknoloji yönünden yenilik getirenler; yapıldıkları zamanı yansıtanlar; ünlü kişiler ve tarihi olaylarla bağlantılı olanlar; kent planlamasında grup değeri olanlar diye ayrı gruplar halinde düşünülmelidirler.
19. yüzyılın sonlarından itibaren tarihi anıtları korumak amacıyla birtakım yasalar düzenlenmiş, bu konuda dernekler kurulmuştur. 19. yüzyıl başlarında İngiltere'de York'ta bunların korunmasına karşı çıkanlar olmuştur. O yıllarda birçok Avrupa kentinde Ortaçağ surlarının yıkılarak iskân alanlarının genişletilmesi istenmişti. Çıkarları zedelenen bu insanlar kentlerindeki Ortaçağdan kalma bazı duvarları yıkmışlardı. Ne var ki, ressam William Etty başkanlığında birleşen bir grup bu yıkımcılara karşı çıkmış ve anıtların yaşamasını sağlamıştı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde antik yapıtlara meraklı kişilerin kurdukları derneklerin sayıca artması, eski yapıtların korunmasının başlangıcını oluşturmuştur. Bu arada yıpranan, yıkılmak üzere olan anıtların restorasyonu düşüncesi ortaya atılmıştır. Sanat eleştirmeni John Ruskin'in söylediği ilginç bir söz günümüze de ışık tutmaktadır: "Restorasyon! Restorasyondan konuşmayalım. Baştan sona yalandır o. Anıtlarımıza iyi bakalım, o zaman restorasyona gerek kalmayacaktır. Zamanında çatıya konan birkaç kurşun levha, su borusundan zamanında alınan birkaç yaprak ve dal hem çatıyı, hem de duvarları tahripten kurtaracaktır."
Dünya müzeleri arasında araştırma ve yöntemler doğrultusunda, birlik ve beraberliğin sağlanması amacıyla korumacılık konusunda bazı çalışmalar yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünya müzelerinin bilimsel kadrolarını oluşturan Uluslararası Müzeler Konseyi (International Council of Museums - ICOM), Paris'te 1947 yılında ilk toplantısını yapmıştır. Bu toplantıda müzeciliğin gün geçtikçe gelişen etkinlikleri, uzmanlık dalları, teknik incelemeler, uluslararası kongrelerin düzenlenmesi, yayınlara ağırlık verilmesi kararlaştırılmıştır. Bunun yanısıra müze-bilim kavramı ilk kez ortaya atılmış, müzelerin yönetimi, objelerin ışık, böcek, nem gibi dış etkenlerden nasıl korunacağı, bunun yöntemlerinin ne olacağı tartışılmış ve ayrıca bilimsel envanterlemenin önemi üzerinde durulmuştur. Kültür varlıklarının belirlenmesinin ve korunmasının yanısıra eğitimin ne denli önemli olduğu da vurgulanmıştır. Bunun ardından Meksika'daki ICOM'a 67 devlet katılmış, onların arasında Türkiye de yer almıştır (2).
Bu konuda dünyanın sürekli geliştiği göz önüne alınırsa kültür varlıklarının korunması da ayrı bir önem kazanmıştır. Kültürel mirasın korunması üç amaç üzerinde bir araya getirilmiştir:
- Hükümetler, her ülkede kendi kültürel mirasını korumaya yönelmelidir.
- Bu konuda kamuoyu oluşturmalı ve toplumun bir daha yerine konulamayacak yapıtları yok etmelerinin önüne geçilmelidir.
- Bunları korumakla sorumlu kültürel kurumların işlemesi sağlanmalıdır.
Ülkelerin her biri ayrı ayrı korumaya alınacak yapıtları tanınmalı ve bunun sonucu olarak da bilimsel envanter ve öncelikle koruma envanteri yapılmalıdır. Bunlardan birincisindeki amaç, derin ve ayrıntılı olarak yapıtın tanınması ve onunla ilgili bütün bilgilerin toplanmasını içermektedir. İkincisinde ise korumaya değer yapıtların kesin saptaması için gerekli elemanları bularak onların çalışmalarını birleştirmektir.
Doğal sitler, tarihi sitler, bilimsel sitler, kentsel sitler ve karmaşık sitler olarak tipolojik bir sınıflandırma yapılmalıdır. Bu arada anıtlar da kendi aralarında dini, askeri, sivil, özel ve sanayi mimarisi olarak ayrı ayrı gruplarda toplanmalıdır. Bu arada mimari ve tarihi yönden kültür varlıklarının tescili yapılırken birtakım ölçütler de göz önünde bulundurulmalıdır.
Uluslararası Müze Konsey toplantılarının ardından oluşturulan, uluslararası mesleki bir kuruluş olan ICOM, korumacılığın yanısıra insanların kültürel ve ekonomik gelişimlerini de sağlamaya yönelmiştir. Bunun sonucu olarak çağdaş müzeciliğin temel ilkeleri ortaya atılmıştır. Bilimsel incelemeler, objektif bakış açısı içerisinde tarihe, arkeolojiye yardımcı olunması, müzelerdeki obje kataloglarının hazırlanması, bilgisayar sistemlerine geçilmesi ve eğitim ICOM'un başlıca amaçları arasında yer almıştır. Böylece toplumların birbirlerini daha iyi tanıma olanağını bulacağı, korumacılığın yanısıra doğru restorasyon ve restitüsyonların yapılacağı düşünülmüştür.
ICOM'un Dünya Kültür ve Doğal Mirası'nın korunması amacıyla hazırladığı, Türkiye'nin de 1972 yılında imzaladığı sözleşmede bazı önemli koşullar bulunmaktadır:
- Arkeolojik alanlara her türlü izinsiz girişimin önlenmesi,
- Zorunlu olmadıkça arkeolojik kalıntıların kazılmadan ve olumsuz etkileri olmayan yöntemlerle korunmaları ve belgelenip değerlendirilmeleri,
- Bilimsel kazı ile ortaya çıkarılan arkeolojik mirasın en uygun yöntemlerle korunmaları ve sergilenmeleri,
- Arkeolojik miras üzerinde yapılacak çalışmaların yalnızca deneyimli uzmanlar tarafından yürütülmelerinin sağlanmaları.
ICOM'un aldığı ve Türkiye'nin de buna katıldığı kararlar doğrultusunda memleketimizde arkeolojik kültür mirasının yerinde korunabilmesi için öncelikle yapıtların bulunduğu alanların kontrol altına alınmaları önem kazanmalıdır. Ayrıca bunların "in situ" halinde korunmaları, bütün veya parçalar halinde özgün yerlerinden alınarak taşınıp taşınmayacakları da üzerinde durulacak önemli noktalardır (3).
Türkiye'de cumhuriyetin ilanından sonra konuyla ilgili kurum olarak yalnızca Güzel Sanatlar Akademisi bulunuyordu. Başında ise Y. Mimar Sedat Çetintaş ile Y. Mimar Kemal Altan dışında konuyu irdeleyen yazarlar bulunmuyordu. Sonraki yıllarda İTÜ ve ODTÜ, korumanın önemini ilk ortaya atan öğretimi yapmaya başlayan eğitim kurumları olmuştur. İTÜ 1951 yılından itibaren mimarlık tarihi programına restorasyon konusunda dersler eklemiştir. ODTÜ de önce dışarıdan aldığı programların ardından Türkiye'deki restorasyon ve korumacılığa ışık tutacak öğretim programı uygulamaya başlamıştır.
Korumanın nasıl yapılacağı ise bugün için de ayrı bir tartışma konusudur. Koruma derken neyi, niçin ve nasıl koruyacağımız çok önemlidir. Ayrıca taşınamayan kültür varlıklarının müzelerdeki yapıtlar gibi korunması düşüncesinden uzakta, yaşam içerisinde nasıl birleştirici olacağı da açıkça belirtilmelidir. Örneğin eski bir kervansaraydan, handan, evden ve sokaktan nasıl yaralanılacağı da dikkate alınmalıdır. Bunun için de korumacılık, hükümetler ve yerel yönetimler başta olmak üzere topluma anlatılmalıdır. Bu konudaki eğitim çok önemli olup buna erken yaşlardan itibaren başlanmalıdır. Günümüzde başta Almanya olmak üzere bazı Batı ülkelerinde tarih eğitimleri müzelerde yapılmaktadır. Anaokullarının çoğunda eski yapıtın ne olduğu çocuklara anlatılmaktadır.
Kültür ve doğa olarak çok az ülkede karşılaşılan zengin tarihsel değerleri Türkiye'de korumakla Kültür ve Turizm Bakanlığı yükümlüdür. Kültür varlıklarını kurtarma ve koruma çalışmaları ise Türkiye'de 20. yüzyılın ortalarında yoğunluk kazanmıştır. Bunun sonucu olarak Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu 1951'de kurulmuş, 1710 sayılı Eski Eserler Yasası (1973), Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası (1983), Boğaziçi İmar Yasası (1983) çıkarılmış, önce Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, sonra da onun yerine geçen Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları kurulmuştur.
Türkiye'de zaman zaman yaşanan sosyo-ekonomik ve siyasi bunalımlar ve çoğu kez onlara eklenen bilinçsizlik, yapısal bozukluklar kültür varlıklarının zedelenmesine, yitirilmesine yol açmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan bilinçsiz kentleşmenin beraberinde getirdiği konut yapımları, yeni çalışma alanları, yollar, fabrikalar, termik santraller kültür varlıklarının başlıca yok olma nedenleridir. Kuşkusuz Türkiye dışındaki ülkelerde de bu tür sorunlarla karşılaşılmış ve onlar aşılmıştır. Kültür mirasını belgelemek, onların önemine göre farklı koruma politikaları geliştirmek memleketimizde 1960'lardan sonra başlamıştır. Avrupa ülkelerinde arkeolojiyi kurtarma çalışmaları çok daha önceden başlamış ve yoğunluk kazanmış, çözümler bulunmuştur. Korumacılıkta altyapı ve kentsel gelişim projeleri kapsamında kültür varlıklarının belgelendirilmesi öncelik kazanmaktadır.
Günümüz Türkiyesinde kültür varlığı tahribatı bilinçli veya bilinçsiz yapılmaktadır. Dış ülkelerden gelen turistlerin Türkiye'ye döviz kazandıracağı düşüncesi bile bazı çevrelerde dikkate alınmamakta, ormanların-tarlaların imara açılması, toprak çekilmesi, define aranması, kapitale dayalı kıyı yağmacılığı gibi etkenler kültür varlıklarının yok olmalarına veya büyük ölçüde zedelenmelerine neden olmaktadır. Bunlara sel, deprem, erozyon gibi doğal tahribatlar da eklenince kültür varlığı korumacılığı büyük bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır.
Bu arada restorasyon adı altında yapılan yanlış uygulamalar Bizans, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinden arta kalan yapıtların orijinal konumlarından uzaklaşmalarına neden olmaktadır. Örneğin İstanbul kara surlarının bazı bölümleri koruma ve kurtarma amacıyla yenilenmiş, sonuçta ortaya tarihi bir filmin çekileceği set görünümleri çıkmıştır! Bu konuda Prof. Dr. Mehmet Özdoğan sorunun nereden kaynaklandığını net biçimde ortaya koymuştur: "Taşınmaz eski eserlerin onarımının müteahhitlere verilmesi de değişik bir olgudur. Bilimsel hiçbir denetim olmadan, ihale ile müteahhitlere ören yeri, kale, cami gibi yapıların onarım işinin verilmesi, yalnızca bu yapıların eski olma niteliklerini yitirip, yepyeni, garip yapılar durumuna gelmesi sonucunu vermekle kalmamış, bir çok kere bu yapıların içi ya da çevresindeki arkeolojik dolgu da metreküp hesabıyla yok edilmiştir." (4)
Türkiye'de kültür varlıklarının korunmasını öngören yasalara, tüzüklere, yönetmeliklere karşılık onların yeterince korunduğunu söyleyebilmek çok güçtür. Nezih Başgelen'in bu konudaki bir sözünü sırası gelmişken yinelemenin yerinde olacağını sanıyorum: "Korumacı yasalarımız genelde sosyal bir gereksinimden çok, sanki uluslararası uygulamalara devlet olarak taraf olduğumuz için çıkarılmıştır. Bu yüzden yasalar uygulandığında, çıkarları zedelenen gruplar politik baskılarla yasaları kadük hale getirmekte, gölgesinden korkan kimi ulema ve bürokrat da bu duruma çanak tutunca ortaya bugünkü traji-komik uygulamalardan oluşan bir görünüm çıkmaktadır." (5)
İstanbul, Ankara başta olmak üzere büyük kentlerimizin hızla artan nüfusu, iç göçler, plansız, programsız açılan yerleşim alanları; sanayi kuruluşları ile santrallara yanlış yer seçimi ve hepsinden öte, spekülatif nedenler kültür varlıklarını ortadan kaldırmaktadır. Bunun en tipik örneklerinden biri Yatağan Termik Santralı'nın cürufları altında kalan Stratonikeia antik kentidir.
Korumacılık adına yapılan yanlışlara, bilinçsizliklere, çıkar hesaplarına karşı yine de geleceğe karamsar bakmamalıyız. Üniversitelerimiz, aydın kesim, sivil toplum örgütlerinin bazıları bu konulara elverdiğince sıcak yaklaşmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan bu tür girişimlerin çoğunda devlet desteğinden çok, bireysel çabaların olduğu da hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Kültürel zenginliğin dünyamızda çok ileri düzeyde olduğu da kaçınılmaz bir gerçektir.
Osman Hamdi Bey, Türk arkeolojisinin ayrıcalıklı yerinin temellerini atmıştır. Osman Hamdi Bey, geçmişe ilginin hemen hemen hiç olmadığı, eski yapıtların taş toprak sayıldığı yıllarda ulusal arkeoloji düşüncesini ve korumacılığını topluma getirmiş, onu sağlam temeller üzerine oturtmuştur.
Kültür varlıklarının bilinçsizce yok edilmesinin önlenmesi ve sorunların çözümlenmesi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası'na göre müzelere verilmiştir. Ne var ki, müzelerde tarihsel çevrenin korunmasıyla ilgili ekipler kurulmuş değildir. Belirli bir konunun kontrolünü müze, ancak sözlü veya yazılı ihbardan sonra yapabilmektedir. Yapılan ihbarların da çoğu kişisellikten öteye gitmemektedir. İhbarı değerlendiren müze uzmanı yeri kontrol eder, korunması gereken yapıtla ilgili belgeleri hazırlayıp rapor halinde koruma kuruluna gönderir. Bu arada yapılan iş eski yapıta zarar verebilecek nitelikte ise belediye inşaatı durdurur ve mühürler. Bir süre sonra Yüksek Kurul'dan bu konuda bir karar çıkar; alınan karar çoğunlukla yapıtın bir kısmının korunması ve inşaatın sürmesiyle ilgilidir. Böylece yapıtın veya arsanın üzerinde veya yanında yapı kısa sürede yeniden yapılmaya başlar.
Bu konuda müzecilerin işleri gerçekten çok zordur; hem müzelerindeki objelerle uğraşacak, hem de görev yaptıkları kentlerdeki anıtları, sitleri, yeni yapılanmaları denetleyecek, belgeleme yapacak ve define kazılarını kontrol edecektir. Başbakanlığın 1988 yılındaki tasarruf önlemlerini içeren kararı nedeniyle, görevden ayrılanların yerlerine yeni elemanlar alınmamış ve o tarihten bu güne kadar geçen sürede müzeler büyük bir personel sıkıntısıyla karşı karşıya kalmışlardır.
Bunun yanısıra, üniversitelerimizin konuyla ilgili bölümlerini bitirenler de kendilerine müzelerde yer bulamamıştır. Bu da gösteriyor ki, Türkiye'nin sürekli bir kültür politikasına gereksinimi vardır. Müzeler çağdaş düzeye ulaştırılarak yeniden yapılandırılmalı, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulları'na konusunu çok iyi bilen, Anadolu'yu, Trakya'yı eski yapıtlarını tanıyan, bilen kişiler getirilmelidir. Bu arada müzeler yatırımcı kuruluşlara proje aşamasında müdahale ederek aydınlatma görevini de üstlenmelidir. Kuşkusuz bütün bunların yanısıra, dünyadaki benzeri çalışmalar ve gelişmeler incelenmeli, onlardan yararlanılmalıdır. Bunların yapılabilmesi için de Türkiye müzelerinde kadro, finans ve istihdam sorunlarının çözülmesi şarttır. Bu konuda çözüm üretilmediği sürece sağlıklı bir sonucun alınabilmesi olanaksızdır (6).
Kültür varlıklarının Anadolu'da yeterince envanterlenmediği, ilk kez Güneydoğu Anadolu Projesi'nde (GAP) ve Batı Anadolu'da sulama amaçlı Yortanlı Baraj çalışmalarında ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana ortaya konulan en büyük yatırım projesi Güneydoğu Anadolu'da uygulanmıştır. Fırat ve Dicle bölgelerinde sulama ve hidroelek-trik enerji üretimini, tüketimini amaçlayan bu proje 1970'li yıllarda düşünülmüş, 1980'den sonra da çok sektörlü, sosyo-ekonomik bir kalkınma planına dönüşmüştür.
Rastlantıya bakın ki, baraj çalışmaları sürerken UNESCO'nun Paris'te toplanan genel konferansında dünya kültürel ve doğal mirasının korunmasını içeren bir karar alınıyordu. Bunun ardından da dünya kültürel mirasını oluşturan doğal varlıkların, anıtların, sit alanlarının seçimi ve korunmasıyla ilgili kuralları belirleyen bir de tüzük hazırlanıyordu. Öte yanda, sular altında kalacak olan Zeugma'nın gündeme gelmesiyle birlikte Kültür Bakanlığı ilk kez, Güneydoğu Anadolu arkeolojisi ile ilgilenmeye başlamıştır. Gaziantep Üniversitesi, Fransız Anadolu Araştırmaları, Gaziantep Müzesi başta olmak üzere, çeşitli kuruluşlar yöre ile ilgilenip, sular altında kalacak alanlarda kazılara başlamışlardı.
Oysa, Zeugma'nın yanısıra Hasankeyf ve yöredeki öteki yerleşim alanları ile höyüklerde envanter çalışmaları o zamana kadar yapılmadığından, suların altında neyin kalacağı bilinmiyordu. Batı Anadolu'da Yortanlı Barajı'nın yapılmasına ise 1970'li yıllarda karar verilmişti. Güneydoğudaki hidroelektrik santrallerinden farklı olarak 25 yıllık ömrü olan ve yalnızca sulama amaçlı Yortanlı Barajı da antikçağın önemli bir Roma termali olan Allionai'yi sular altında bırakacağını başlangıçta hemen hiç kimse düşünmemişti.
Anadolu'da barajların yapımı ile yükselen sular antik yerleşim alanlarını ortadan kaldırırken, Türkiye'nin eski yapıtları korumaya yönelik uluslararası sözleşmelere uyma zorunluluğunun hemen hemen aynı tarihlerde imzalaması, ortaya çelişkili bir durum çıkarıyordu. Türkiye, Avrupa Konseyi Arkeoloji Mirasını Koruma Sözleşmesi ile, topluluğun hukukuna uymak zorundadır. Bununla birlikte, ekonomik ve siyasi nedenlerle bazı arkeolojik alanları GAP ile Yortanlı Barajı'na feda etmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz bunun da nedeni, Bayındırlık Bakanlığı'nın, Karayolları Genel Müdürlüğü'nün, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün Kültür Bakanlığı ile iletişim kuramayışıdır.
Anadolu'daki yüzlerce höyüğün, tümülüsün, ören yerinin yeterince korunamadığı da bir gerçektir. Türkiye'nin kültür mirasının korunması ve bu mirası bizlerden sonra gelecek kuşaklara yansıtacak koruma önlemlerinin alınması öncelik kazanmalıdır. Bunun için de sivil toplum örgütlerinin, özel müzelerin koruma çalışmalarına katılabilmesi için önleri açılmalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bayındırlık, Tarım ve Milli Eğitim Bakanlıkları, üniversiteler, yerel yönetimler korumacılık konusunda koordinasyon içinde birlikte çalışmalıdırlar. Üniversitelerin birçok bölümüne kültür varlıklarının ne oldukları ve nasıl korunacakları konusunda dersler konulmalı, ilerideki yıllarda yönetim kadrolarında görev alacaklar bilgilendirilmelidir.
Bu arada arkeoloji eğitiminde, objelerin ortaya çıkarılması kadar, onların nasıl korunacağı da öğretilmelidir. Türkiye üniversitelerinin on yedisinde arkeoloji ve sanat tarihi eğitimi verilmesine karşılık bu öğrenimi görenlerin, Kültür ve Turizm Bakanlığı başta olmak üzere, ilgili bakanlıklarda, kurumlarda ve yerel yönetimlerde iş bulamamaları da konunun bir başka üzücü yanıdır.
NOTLAR
1. Bkz: Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 23 Temmuz 1983, mad.3.
Erdem Yücel; "Kültür Varlıkları", Acaba Ne Yazmalı?, s.78-79, İstanbul, 1993.
2. Erdem Yücel; "Türkiye'de Müzecilik", Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s.86-87, İstanbul, 1999.
3. Numan Tuna; "Çevresel Etki Değerlendirme Çalışmalarında Arkeolojik Kültür Mirasının Korunması", Arkeoloji ve Sanat, S.85, s.39-48, İstanbul, 1998.
4. Mehmet Özdoğan; "Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Kalkınma Politikaları", Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2001.
5. Nezih Başgelen; Önsöz, Mehmet Özdoğan; a.g.e. s.7;
6. Ferda Albek; "Türkiye Müzelerinde Kadro, Finans-İstihdam ve Sorunları", 5. Müzecilik Semineri, Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı, s.33-34, İstanbul, 2000.
www.yapi.com.tr: Bu yazı, Yapı Dergisi'nin 294. sayısında (Mayıs 2006) yayınlanmıştır.