Yazının başlığını bir gazeteden çekip aldım, tamamı şöyleydi: "300 metrelik Dubai Towers'la İstanbul'un başı göğe erecek"(!)
Başka gazetelerde de benzer başlıklar vardı. Mesela şu: "Dünyanın En Yüksek Gökdelenleri Ligi''ne Türkiye de katılıyor". Görüyorsunuz, bu başlık da çok yaratıcı... Birçok "Lig"de başarıyla yer alan Türkiye'nin katılmadığı bir bu lig kalmıştı...
Sizi bilmem ama benim düşüncem İstanbul'un "başının göğe ermesi"nden önce "ayaklarının yere değmesi" yönündedir. "Yeni yoksulluk" adı verilen büyük şehir yoksulluğunun tam gaz yol aldığı, hemşehrilerinin iş ve evleri arasında günlerinin bilmem kaç saatini otobüs-minibüs-otomobilde geçirdiği, en görkemli tarihi yapılarından en kıytırık dönerci büfesine, taksisinden kaldırımına kadar temizlik ve denetim elinin değmediği bir şehirin 300 metrelik "Towers"la "başının göğe ermesi" milleti niçin bu kadar heyecanlandırıyor anlamıyorum doğrusu...
İstanbul Şişli'de karşı karşıya yaşadığımız için her gün temaşa etmek durumunda olduğum üç gökdelen var. Nasıl olmuşsa olmuş, belediyenin birisi 10 dönüm arsaya her biri 30 kattan aşağı olmayan beş gökdelen dikilmesi iznini vermiş. Bir mimari proje çevresiyle ilişkisinde ancak bu derece münasebetsiz olabilir. Ayrıca bu gökdelenlerin üçü de kaba inşaat safhasında kalmış. Belli ki mal sahibinin ya şevki ya da parası kırılmış. Tahmin ettiğiniz gibi bu yüzden manzara daha bir korkutucu. Ama bu "canavarlar"ın etrafında yaşayanlar işin yarım kalmasından memnunlar, çünkü inşaat tamamlanıp binlerce insan onlarca katı işgal edince bugünden içinden çıkılamaz bir durumda olan çevre trafiğinin ne hal alacağını hayal bile edemiyorlar.
Yani zavallı İstanbul... Kapanın elinde kalmış ve hemşehrilerinin en temel ihtiyaçları karşılanmadan şehir alanı "fallik bir rekabet"in sahnesine dönüşmüş..
Biliyorsunuz, mimarlık tarihinde gökdelenleri "fallik" birer sembol olarak gören çok sayıda mimar ve şehirci vardır. Bu mesele ta Babil Kulesi efsanesinden başlanarak sık sık hatırlatılır. Yani gücün ve "kibir"in tezahürü olarak dikilen o eski Kule'den başlanarak. Mimarın "Fallik bir rekabet içindeyiz: En yüksek gökdelene kim sahip olacak?" tespiti de bu görüşün bir örneğidir. Pek çok gazetemizin sayfasını süsleyen "Dünyanın en yüksek gökdelenleri" çerçevesini de bu çizgide okumak gerekir.
300 metrelik "Dubai Towers İstanbul"un İstanbul'a ne kazandıracağını anlamış değilim. Tamam, inşaatında kullanılacak şu kadar yapı malzemesi ve de işçilik tabii ki ülke için bir kazançtır, bunu inkar eden yok. Ama aşağı yukarı hepsi bu kadar değil mi? İçinde yer alan 3 katlı alışveriş merkezi, 5 yıldızlı bir oteli ve bol miktarda "daireler"i ile İstanbul'un göğsüne çakılacak bu kazığın başka ne tür bir marifeti olabilir ki? Ayrıca, hangi önemli Avrupa şehrinin kalbine benzer bir kazık çakılmış ki, minareleriyle "başı göğe eren" İstanbul'a bu muamele reva görülüyor? Gökdeleni yapacak şirketin iddiasına bakın: "Yaşam alanlarınızı baştan yaratmak için geliyoruz." Fazla iddialı değil mi? 300 metrelik kulelere dağılmış "rezidanslar"da yaşayanlar ve de aşağıdaki alışveriş merkezlerinde sepetlerini dolduranları saymazsak kimin "yaşam alanı" yeniden yaratılacak? İçinde kültür ya da spor gibi medeni bir şehircilik anlayışının unutmaması gereken projelerden eser olmayan bir kazık İstanbul'a ne kazandıracak?
Ayrıca unutmayın ki "rezidans" işi için Arap sermayesini yardıma çağırmaya hiç mi hiç gerek yok. Ülkenin en büyük grupların en fazla ilgilendikleri alan zaten bu "rezidans" işi değil mi? Projeyi gerçekleştiricek olan Dubai International Properties'in "İstanbul'u bölgenin finans merkezi yapacağız" şeklindeki açıklaması da bir tuhaf. Ne yani, bu işler dünyada böyle mi yürüyor; yani önce "rezidanslar" ve "ofisler"i inşa ediyorsunuz, arkasından da bunları görüp beğenen "finans" memleketinize mi geliyor? Yoksa işler tamamen ters istikamette mi yürüyor: Yani önce "finans merkezi" oluyorsunuz, ardından da bu merkezin ihtiyacını karşılamak için gereken "ofis" ve "rezidanslar"ın inşaatı başlıyor.. Siz bilmem ama, bana ikinci yol daha makul geliyor.