Kültür Altyapısı

Bundan önceki dört yazımda, mimarların AB karşısındaki durumlarıyla ilgili kimi gerçekleri dile getirmeğe çalıştım. Sözüm ona mimarlıktan söz ediyordum. Oysa bir amacım da, genele bir örnek vermekti. Okuyucularım, aktarmağa çalıştığım mimarlık durumumuzu okurken, mühendislik, hukuk, sanat kolları vb. gibi, bütün dallardaki durumumuzun pek de değişik olmadığından kuşku duymamışlardır.

Büyük istekle yükseköğrenimin bir dalına girip, daha yarıya gelmeden o daldan soğumuş öyle çok genç tanıdım, tanıyorum ki…

Lise öğreniminin ardından üniversiteye geçmiş gençlerin düş kırıklığına uğramaları bizim kuşaklarımızda da söz konusuydu. Sanılıyordu ki, yüksek öğrenim de lisedeki gibi, betiklerle belirlenmiş kapsam içinde, bir denetleyicinin, öğreticinin denetiminde sürüp gidecektir. Oysa yükseköğrenime gelmiş kişinin, kültür altyapısını az çok tamamlamış, bundan sonrası için kendi izlencesini yapabilecek durumda olması gerekmez miydi?

Roma Hukuku okutan bir arkadaşım yakınıyordu o günlerde:
- İncecik bir Roma Hukuku yapıtım var. Dersimde, o yapıtı pek de aşmadan Roma Hukuku anlatıyorum. Yıl sonuna doğru öğrenci gelip soruyor: ‘Efendim bu kitabın neresinden sorumluyuz?’ Beklediği yanıt da şöyle bir şeydi sanırım: ‘Şu bölüm var ya, sınavda oradan soracağım.’ Oysa o genç elbette Roma Hukuku’ndan sorumluydu.

Münih’de Teknik Üniversitedeki hocamız dersine başlamadan, anlatacağı konuyla ilgili yapıtları (literatürü) kara tahtanın bir yanına yazardı. Öyle ya, o konuyu başka türlü anlatanları da duyurmak, öğrencinin tartışabilmesini sağlamak zorunda değil miydi? Lise miydi burası? Liseden eksik, yarım yamalak, yalan yanlış bilgiyle gelmiş gence, istese de, neyi tartıştırabilirdi ki yüksekokuldaki öğretim görevlisi? Gerçekte yükseköğretim görevlisi de lise öğretmeni gibiyse… Konusunu yalnızca eline verilen ders betiğinden öğrenmişse (ya da öğrendiğini sanıyorsa) ne olacak? İşte bu durumlarda düş kırıklığına uğruyordu genç…

Böylelerinden biri, sosyoloji eğitimine heyecanla başlamış, ancak daha ikinci sınıfta soğumuş, ne yapacağını bilmez duruma düşmüştü… Öteki, yontu (heykel) eğitiminde, bir türlü alışamıyordu öğreticilerin ilgisizliğine… Bir şeyler yapsa kime gösterip, eleştiri alabileceğinden kuşkusu vardı. Bir başkası, mimarlığın, düşündüğünden bambaşka bir yolda anlatılışından, algılanmasından şaşkın, başka bir yola mı gitsem diye ikircikliydi… Bir başkası da okuduğu şehirciliğin nerede, nasıl uygulanacağını bilememekten yangındı…

Kendi gerçeklerimizden bilgisiz, yarım bırakılmış bütün bu kişiler elbette doyumsuzluğa düşeceklerdir. Şöyle ya da böyle üniversiteyi bitirseler bile ilk yapacakları, kültürel altyapılarını tamamlamaktır. Kültürel altyapısı olmayan ya da yarım yamalak kişinin yapacağı her şey yarım yamalak olacaktır. Yazdığı şiir de, öykü de, roman da, yaptığı yontu da, resim de, yapı da…